Korku Cevherleri #6 - Kayıp Ruhlar Adası / Island of Lost Souls (1932)

İnsan çığlığı belki de hiçbir dönemde 1930’ların korku sinemasındaki kadar kulağa ürpertici gelmemiştir. Dr. Moreau’nun ‘acı odası’ adını verdiği laboratuvarından yükselen canhıraş haykırışlar da aynı etkiye sahiptir, kulaklarınızı tıkamak istersiniz. Bu doğallık, dilerseniz çiğlik de diyebilirsiniz, Amerikan sinemasının Hays kodları adıyla bilinen ağır sansürü öncesinde çekilmiş birçok örneğe damgasını vurmuştur. Hiçbir grafik ayrıntı içermediği halde, filmi 1950’lerin sonuna dek yasaklatan şey işte bu haykırışların eşlik ettiği, canlı denekli laboratuvar sahneleriydi.  

Korkunun yavaş yavaş ıssız tropik adalara doğru uzanmaya başladığı dönem. Ardından gelecek benzerlerinin aksine modern şehirde geçen upuzun bir girizgahla hiç vakit kaybetmeyen, gizemini çabucak kuran bir senaryoya sahip. Okyanusun ortasında sürüklenirken bir kargo gemisince kurtarılan kazazede Edward Parker adeta insanlıktan çıkmış bir halde bulunuyor. Bakışları da kılığı da vahşi. Sarsıntıyı atlatır atlatmaz temizleniyor, sakalını kesiyor, beyaz kıyafetlerini giyerek tekrar insanlığa dönüyor. En yakın limanda onu bekleyen nişanlısına dönmek istese de kaptanla sürtüşmesi sonucunda kendini Dr. Moreau’nun teknesinde, onun korkunç söylentilerle dolu adasına giderken buluyor.

Moreau’nun ürkütücü yaratıkları aslında henüz adaya gitmeden önce bile alenen görünüyor, ama Parker bir şehir insanı olduğundan bu kaba saba hatlı, kapkara derileri yine kapkara tüylerle kaplı iri kıyım adamları garipsemiyor. Hatta adaya adım attıklarında, ağaçların arasından gözetleyen diğerlerini Moreau’nun kırbaç şaklatarak kovalamasını da ‘Yerlilerinizi idare etmeyi iyi öğrenmişsiniz,’ diyerek makul karşılıyor. Yine de ‘yerliler biraz tuhaf’tır sanki. H.G. Wells’in filmi gördükten sonra, romanının psikolojik derinliğinin yok sayılmasına ağır eleştiriler yönelttiği biliniyor. Oysa dönemin yaygın ırkçılığını belgeleyen bu ayrıntılar, tesadüfen ya da kazara ortaya çıkmış gibi görünse bile, adeta paha biçilmezdir. Eksikleri telafi ettiği de söylenebilir ki Dr. Moreau uyarlamaları içinde hâlâ en iyisidir. 

Her şey bir yana, bir aktörün özgürlük ilanıdır ve sırf bunun için bile görmeye değer. Sansürün her şeye karıştığı yıllarda ‘Gözümdeki pırıltıyı da makaslayamazlar ya’ diyerek tepki gösteren Charles Laughton, çılgın bilim adamı rolünde bazen aşırıya kaçsa da tam anlamıyla döktürür. Davetsiz misafiri Edward’ı kendi amaçları doğrultusunda ikna edip tuzağa düşürmekten ziyade, onu baştan çıkarmaya çalışırmış gibi bir hali vardır. İlk kadını yaratıp üzerindeki yükü kaldırmak istediği kadar kendi içindeki kadını da keşfetmeye uğraşır sanki. Leopar kadın Lota’nın kadınlık içgüdülerini tek başına uyandıramamış. Edward’ın bunu yapabileceğini umuyor. Sırf buradan yola çıkarak sınırsız cinsel okumalara ulaşmak mümkün.

Finalde, yarı insan-yarı hayvan yaratıkların kameraya doğru hücum ettiği ayaklanma bölümü, çağdaş korku sinemasının hoplatma-sıçratma numaralarından çok daha etkili bir şok atmosferine sahiptir. Diğer tüm çılgınlar gibi Dr. Moreau’nun sonunu getiren de kapıldığı tanrı kompleksidir. Yaratıkları sık sık ‘Biz insan değil miyiz?’ diye sorsalar da, yaratıcıları tarafından kaderlerinin tayin edilmesine, acıya maruz kalmalarına isyan etmiyorlar. Onları harekete geçiren şey, kan dökmeme kuralının yine yaratıcılarının verdiği emirle ihlal edilmesi. Onun da ölümlü olduğunu, etten kemikten olduğunu ve kanının dökülebileceğini böyle anlıyorlar, yaratıcıyı öldürme içgüdüsüne karşı koyamıyorlar. Kan döktükleri için değil de özgür oldukları için kendilerine insan diyebilirler artık. 

Popüler Yayınlar