KING KONG HAKKINDA HER ŞEY


Göz kamaştırıcı görsel efektler, dur durak bilmeyen hareket ve heyecan, egzotik mekanlar, masal kitabı görselliği… Kral Kong’un büyüklüğü bir bakıma mecazi olabilir. Oysa 1933 yapımı orijinal filmin kendisi, günümüzde gişeye oynayan iddialı macera filmlerinin en başta sıraladığımız kurallarını topyekün kullanan ilk büyük yapımdı.
Bugün bazı sinemacılar Merian C. Cooper için hep aynı sıfatı kullanıyor: "O gerçek Indiana Jones idi." Cooper’ın serüven ruhunu ateşleyen şey altı yaşındayken okuduğu bir kitaptı. 1861 yılında P.B. Du Chaillu tarafından yazılan “Adventures of Equatorial Africa” adlı bu kitap, Afrika’daki keşif gezileri ve goril avları sırasında yaşanmış inanılmaz olaylar hakkındaydı ve Cooper’ın goril merakı da böyle başlamıştı. Kitabı bitirdiğinde kafasında sadece kaşif olmak vardı.

Bu keşfetme duygusu Cooper’ı hayatı boyunca terk etmedi. Havacılığa merak saldı. (King Kong’a saldıran uçakların pilotlarından birini kendisi canlandıracaktı. Rol arkadaşı da iş ortağı Ernest B. Schoedsack idi.) Birinde faal görev almak üzere her iki dünya savaşına da katıldı. Bu mücadeleci ruhu nedeniyle yıllar sonra “Asıl King Kong benim,” bile diyecekti. 

Kafa dengi meslektaşı ve kankası Schoedsack'le beraber dökümanter sinemaya merak salan Cooper, özellikle Afrika ve Asya’da çektiği belgesellerle türün en ilgi çekici birkaç örneğine imza attı. Özellikle Grass ve Chang adlı iki yapım, efsanevi başyapıtının temellerini de atan anahtar sahnelere sahipti. Ama Cooper’ın kafasında hep aynı imge dönmekteydi: Komodo adası ejderleriyle dövüşen dev goril! Stüdyoları kapı kapı dolaşıp “King Kong” projesi olarak sunduğu şey de temelde bu fikre dayanıyordu ve kabul ettirebilmesi için hikayenin üzerinde oynaması, Du Chaillu’nun kitabına geri dönmesi ve serüven ruhunu öne çıkarması gerekmişti.
 
Cooper & Schoedsack
“Dünyanın Sekizinci Harikası” olarak tanıtılan King Kong, dönemin yılgın seyircileri için büyük bir sürprizdi. Hikayesi yavaş yavaş açılıyor ve giderek genişliyordu. Canavar ürkütücü olduğu kadar dokunaklıydı da. Daha da önemlisi, seyirciler, perdedeki görüntüyle eşzamanlı akan,  uyumlu bir müzik çalışmasına ilk kez şahit olmuşlardı. Max Steiner’ın çalışması, bugün çağdaş film müziğinin [score] öncüsü sayılıyor. Sadece bu değil; bugün kulağa çok ham gelse de (ama asla ilkel değil) Murray Spivack’ın ses kurgusu çalışması da Steiner’ın öncülüğünü destekler nitelikteydi.
Dönemin tüm görsel ve işitsel aldatı imkanlarının en karmaşık yöntemlerle uygulandığı King Kong’da kullanılan teknikler bugün hâlâ çağdaş canlandırma sanatçıları tarafından tahlil ediliyor, örnek alınıyor. Film, zaman içinde çoğu kez öncü sıfatını gölgeleyen diğer canavar filmleriyle karıştırılmak gibi bir hataya kurban gitse de, fantastik sinema, hâlâ King Kong’un seyircilerinde uyandırdığı, resimli masal kitaplarına özgü o benzersiz hayret duygusunu yeniden yaratabilmenin yollarını arıyor. İşte o yolculuğun durak noktaları…

KING KONG (1933)
Biricik ve eşsiz

Sinema tarihçileri ve akademisyenler, sonradan klasikler üzerine derin okumalara girişmekten ve onları eğretilemelerle süslemekten hoşlanırlar. Ama bazı örnekler öylesine yalındır ki sinema sanatını zenginleştiren bu eğretileme girişimleri zorlama bir çabadan ibaret kalır.  Güzel ile çirkin hikayesinin en görkemli yorumu “King Kong”da olduğu gibi…

Önüne çıkan her şeyi yakıp döken, insanları çiğneyen dev bir gorilin siyah ırkın yaşadığı bir adadan çıkıp da sarışın bir kadın karşısında süt dökmüş kediye dönmesini bir üstün ırk alegorisi olarak okuyanlar da çıkabilir. Ya da neredeyse yarım yüzyıl sonra birileri çıkar ve Empire States binasına esas kızla birlikte tırmanan gorilin fallik simgeden medet umarak bir erkeklik gösterisinde bulunduğunu iddia edebilir. Oysa Cooper, Empire States binasının inşasına bir mucizeymişçesine tanık olduğunu her fırsatta dile getiriyordu ve insan eliyle yaratılmış iki farklı sanat eserini buluşturduğu bu sahne onun için çok kişisel bir saygı duruşu anlamını taşımaktaydı. Okumalara açık olsa da, King Kong, yalın duruşunu hiç yitirmez: O, serüven sinemasının temellerini kuran katıksız bir kaçış sineması örneğidir. Belki de en önemlisi...

King Kong fikri ortaya çıktığı sırada, ABD halkı, derin bir ekonomi buhranının en berbat dönemini yaşamaktaydı. Bu buhrandan sinema sektörü de nasibini almak üzereydi ve King Kong gibi külfetli, riskli bir işi stüdyolara kabullendirmek için Cooper epey ter dökmüştü. [Stop-motion] canlandırmaya aşina olan seyircilere hem yepyeni bir şeyle karşılaştıkları izlenimini vermek hem de tatmadıkları bir serüven duygusunu yaşatmak kolay değildi. O noktada Cooper’ın belgesel sinemacılık geçmişi ve Willis H. O’Brien’ın sihirbazlık yetenekleri devreye giriyordu. 

Kong, sadece yıkıp döken bir canavar olmayacaktı. Kişilik sahibiydi ve gururluydu. Güzelliğe karşı hassastı. Bir çiçeği kokladığı esnada keyfine mani olan su yılanını yere çarpa çarpa doğduğuna pişman ederdi. Yaşadığı ortamda doğal uyum söz konusu değildi. Her nedense bariz bir paylaşamamazlık söz konusuydu. Kendisi gibi aşırı gelişmiş (ya da evrimini tamamlayamamış) her yaratıkla kapışıyordu; çünkü sarışın bebek Ann’in (Fay Wray) cazibesi diğerlerini de mıknatıs gibi çekmekteydi. Kong çocuksuydu da. Hasmını alt ettikten sonra onun kırık çenesiyle meraklı meraklı oynuyordu. Onun gardını düşüren ve kaçınılmaz trajik sonuna götüren de aynı merak ve hayranlık duygusu olacaktı.

KK, teknik açıdan hayli karmaşık olsa da, düşünmekten ve kaygılanmaktan yorgun düşmüş buhran çağı izleyicisini yormayacak, sade bir duygusal öyküye sahipti. Basit ve kolay okunur alt metni haricinde seyircisine karşı talepkar değildi. O denli zorlamasız, kendiliğinden ortaya çıkmış, naif bir formüldü ki düşperest serüven fabrikatörleri Cooper, Schoedsack ve senarist Ruth Rose bile daha sonra matematiksel bir tavır aldıkları için çok uzun bir süre aynı başarıyı tekrarlayamayacaklardı. 

Kayıp Sahne: Örümcek Çukuru

Kong’un bir ağaç kütüğünü ve üstünde dengede durmaya çalışan denizcileri bir uçuruma yuvarladığı bölümü takip eden bu sahne, kurgu masasında çok sert bulunduğu için çıkarılmış;  kaybolduktan sonra da Hollywood’un Kutsal Kadehi’ne dönüşmüş. O kadehi arayanlardan biri de Peter Jackson. Üç buçuk dakikalık sahnenin resimli taslaklarına [storyboard] ulaşmayı başaran Jackson, 2004'te biraz da tahmin yürüterek bu sahneyi aynı yöntemlerle çekmişti. Denham’ın adamlarının acayip yaratıklar (dev bir örümcek, bir kara ahtapotu ve dev bir iguana) tarafından öldürüldükleri bu sahne ABD’de yayımlanan iki diskli King Kong DVD’sinin ekstralarında izlenebiliyor. 

KONG’UN OĞLU / SON OF KONG (1933)
Gönül borcu, hayal kırıklığı

Seriyal mantığına alışkın dönem izleyicisi için bile hayli süratle kotarılmış bir devam filmiydi bu. Cooper ve Schoedsack, hiç değilse bir süre bekleyip seyircilerin Kong’un hüzünlü anısına tutunmalarını sağlamak ve nostaljik bir geri dönüş filmiyle onların gönlünü almak yerine, Ruth Rose’a alelacele bir senaryo yazdırmayı yeğlemişlerdi. Yönetmen koltuğunda bu kez sadece Schoedsack vardı. Eski kadrodan Robert Armstrong (Denham) Frank Reischer (kaptan Englehorn) ve isimsiz Çinli aşçı rolüyle Victor Wong bulunuyordu. Ancak ortaya çıkan iş öylesine aceleye gelmiş bir iş görünümündeydi ki hayal kırıklığı kaçınılmazdı.

Filmin açılışında, Kong’u New York’a getirerek büyük bir yıkıma neden olan kansız tacir Denham’ı, evinden dışarı adım atamaz ve mahvolmuş bir halde görürüz. Hakkında açılan davaların haddi hesabı yoktur. Tüm varını yoğunu mahkemelere ve ödediği tazminatlara harcamıştır. Denham akıl çelici sözlere kapılır, kendini kısa bir süre sonra kaptan Englehorn ile beraber yine açık denizde ve tuhaf adlar taşıyan [Makassar, Lombak ve Dakang!!] egzotik adalarda yeni servet yolları ararken bulur. Kong’u buldukları adada güya büyük bir hazine vardır. Denham, adaya yaklaşmak bile istememektedir. Gelgelelim, asıl derdi kanundan kaçmak olan Helstrom’un (döneme uygun olarak Alman kökenli bir kötü adam) ön ayaklık ettiği bir isyan sonrasında adaya çıkmaktan başka çareleri kalmaz. 

Yavru Kong’un ortaya çıkışı, ilk filmde baba Kong’un ortaya çıkışına kıyasla görkemden ziyadesiyle yoksundur. Çığlık çığlığa Fay Wray’e göre çok daha soğukkanlı ve doğal bir oyunculuk sergileyen Helen Mack’in canlandırdığı Hilda ile onu biraz da gönülsüzce himayesine alan Denham, Kong’un yavrusunu bir bataklığın içinde tesadüfen bulurlar ve boğulmaktan kurtarırlar. Denham böylece vicdan azabını bir nebze olsun hafifletir. Ancak yavru Kong, bu iyiliği karşılıksız bırakmaz ve önce hazineyi bulmalarına yardımcı olur, sonra da B filmlerinin en beylik, en kaçamak numarasıyla; yani ansızın peydahlanan bir depremle adanın sulara gömüldüğü o son ana dek, yanlarından ayrılmaz, onları pek çok kere tehlikeden kurtarır. Bacağı bir rahneye sıkışan oğul Kong, son ana kadar Denham’ı elinden bırakmaz ve onu su üstünde tutar. Göz yaşartıcı!

Willis O’Brien’ın [stop-motion] canlandırması burada çok daha akıcıdır, daha süratli ve hızlı tempoludur. Buna rağmen yavru Kong, insansı seslerle, hatta çizgi filmlere özgü espriler ve insani tepkilerle betimlenir. Mesela bir ayıyla kapıştığı sahnede kameraya bakıp komik suratlar takınır. (Harryhausen yıllar sonra bu sahneleri anarken budalaca tanımını kullanacaktı.) Klasik “canavarlar çarpışıyor” sahnelerinde bile (burada sadece iki tane var) öncü filmin ruhuyla çelişen bu tavrı desteklercesine, tematik müziğin yerini sessiz komedilere özgü bir müzik çalışması alır. Kişilik sahibi Kral Kong’un yetişkinlere yönelik kaçış sinemasının yerini tekdüze tekrarlarla dolu, hayli çocuksu bir macera filmi almıştır. İster istemez akla iki ihtimal gelir: Ya Cooper, Schoedsack ve Rose yarattıkları efsaneden sanki bir an önce kurtulmak niyetindedirler; ya da efsanenin hangi ayrıntılar sayesinde başarılı olduğunu düşünmeye fırsat bulamayacak kadar hayalperesttirler.

MIGHTY JOE YOUNG (1949)

Gorili altın kafese koymuşlar…


İlk filmin yaratıcı ekibi, Kong’un karakterine ihanet edip onu yerle bir eden “Son of Kong”un ardından dev goril serüvenine yeni bir soluk getirebilmek için epey beklemişti. 16 yıllık bu ara, Robert Armstrong’un kahraman rolünde boy gösteremeyecek kadar yaşlanmasına yol açmıştı ama Ray Harryhausen gibi bir yeteneğin yetişmesine de vesile olmuştu. Armstrong, yine babacan ve hırslı bir girişimci rolüyle küçük bir rol alacaktı filmde. Ama bu kez başrolü, uzun metrajlı bir filmdeki ilk özel efekt teknisyenliği deneyiminden alnının akıyla çıkan 29 yaşındaki Harryhausen ile onun yaratığı JoeYoung paylaşacaktı.

Büyük kısmı tekrarlar olmaksızın tek seferde çekilen ve sadece canlandırma efektlerine 1,5 yıl harcanan bu hayranlık uyandırıcı yetenek ve düş gücü gösterisi, günümüz macera filmlerinin bile kıskanacağı bir dinamizme ve enerjiye sahip. 

Joe, Kong gibi egzotik bir masal canavarı değil. Hem Cooper’ın Afrika sevgisini öne çıkaran hikayesi makul, hem de hayvani tepkilerini koruyan hayli gerçekçi, sempatik ve akılda kalıcı bir kahramanı var, yani Joe. O sadece fazlaca gelişmiş bir goril. Yine de bir huyu dedesine çekmiş. Sinirlenince o da yumruğunu “hay bin kunduz” edasıyla yere çarpıyor. 

Afrika’da yaşayan Amerikalı bir babanın kızı, Jill tarafından daha yavruyken satın alınan bu sevimli yaratık, baba Young’ın itirazlarına rağmen Jill’le birlikte büyüyor. 12 yıl sonra Jill (Moore) ve Joe, Afrika’ya manşetlik serüvenler aramak için gelen bir gece kulübü işletmecisi tarafından [tesadüfen] keşfediliyor. Joe, sahibinin sözünü dinleyen ama diğer herkese karşı asabi bir hayvan. Bu bileşimden iyi bir gösteri çıkacağını düşünen Max O’Hara (Armstrong) Jill’i şöhret ve renkli yaşam vaadiyle ikna edip New York’a götürüyor. Tabii Joe ile beraber. Buradaki gösteriler elbette ki büyük başarı getiriyor; ama ev özlemi çeken Jill ve Joe giderek daha mutsuz oluyorlar. Ve bir gün Joe, densiz seyircilerin kışkırtmasıyla çığrından çıkıyor. (Filmin asıl şimdi başladığı yer!)

Özel efektlerde yine Willis O’Brien imzası var tabii ki. Ancak bir taslak halinde yazılan senaryo, Harryhausen’in doğaçlama fikirleri ve teknik buluşları olmadan aynı sonuca ulaşabilir miydi orası epey şüpheli. Joe’nun atlı adamlarla köşe kapmaca oynadığı ve güpegündüz cereyan eden ilk keşfedilme anı, bunun sıradışı bir serüven filmi olduğunu haberleyen en keyifli kısım. New York sahnesinin darma duman edildiği bölüm ise gerçek ve animasyon aslanlarla dinamizmi artan, kamera oyunlarıyla süslü, tüm görsel aldatı tekniklerinin aynı planda kullanıldığı, dönemin koşullarına göre kusursuz, bugün ise büyüleyici bir işçiliğe sahip. Doruk noktası ise siyah beyaz filmin gerçek anlamıyla alev kırmızısına büründüğü yangın sahnesinde gerçekleşiyor. Harryhausen’in minyatür ustalığını konuşturduğu bu sahnede Joe, küçük bir çocuğu yangından kurtararak kendisini temize çıkarıyor ve sonsuza kadar mutlu yaşayacağı anayurduna geri dönüş biletini kazanıyor.

KING KONG GODZILLA’YA KARŞI / KINGU KONGU TAI GOJIRA (1962)*

Ahududu suyu ve kauçuğun leziz bileşimi


Godzilla trene saldırdığında makinist duyuruda bulunur: “Godzilla yaklaşıyor! Treni boşaltın!” Yolcular çığlık çığlığa birbirini ezmeye başlarken, sakince ekler: “Panik yapmayın!"

Tahmin edebileceğiniz gibi, Kong ve Godzilla’nın beyazperdede ilk kez renkli göründükleri bu Ishirô Honda filminde; gizem, gerilim ve dramatik düğüm noktaları değil, komedi ön planda. Buna karşın klasiğe saygı duruşunda bulunan ayrıntılar da yerli yerinde. Kahverengine boyanmış Japon oyuncuların canlandırdığı yerliler, dev ahtapot ve Kong kapışması, trenden kız kaçırma v.s. 

Ama özgün eserin hatırına öykü bütünlüğü bekliyorsanız nafile. Kong’un Japonya’daki popülerliği hâlâ sürdüğü bir dönemde çekildiği için de kimin kazanacağı baştan belli. Gelin görün ki, pejmürde ve yumruğunu bile sıkmaktan aciz bir kostümle ortalıkta dolaşan Kong’u gördükten sonra tonton Godzilla’nın tarafını tutmamak imkansız. 

Bir nükleer denizaltı kazasıyla ortaya çıkan Godzilla evine dönmenin derdinde. Bir tıp mucizesi için gizemli ahududu suyu adasından şehre getirilmek istenirken kaçan Kong ise bir süre sonra Tokyoluların yegane umudu haline geliyor. Kong ve Godzilla topu topu iki kez karşı karşıya geliyor. Minyatürlerin bas bas bağırdığı; oyuncak tankların, buldozerlerin ve arabaların eşlik ettiği, rengin bir dezavantaja dönüştüğü filmin en eğlenceli kısımları da bu bölümler zaten. Hani ikisinin arasındaki gelişmeleri özetleyen ve hava durumu sunucusu sıkıcılığında kotarılmış eklemeler de olmasa, mükemmel bir B filmi çıkacakmış ortaya.

KING KONG FİRARDA / KINGU KONGU NO GYAKUSHU (1967)*
Medeniyet denen taklitçi canavar

ABD sürümlerinin jeneriğinde geçen adıyla Inoshiro “Bay Godzilla” Honda, çektiği son King Kong filminde 1933 yapımına çok daha fazla sadıktır. Ağır temposuna karşın dönemin sevilen tüm öğelerini bünyesinde toplamaya çalıştığı için oldukça zengindir de. Honda, nasıl ki oyuncularını seçerken onların İngilizce konuşabilmelerinden ziyade Hollywood yıldızı havası taşımalarına önem gösteriyorsa, harmanladığı malzemeleri seçerken de gündemi takip eder ve batılı izleyicilerin de gönlünü okşayacak bir karışım hazırlar. Bu kez Dr. Who da vardır işin içinde, Thunderbirds estetiği de, Bond filmleri de…

Gerçek Kong’un, dünyayı ele geçirmeyi planlayan çılgın bilim adamı tarafından yaratılmış robot Kong’la mücadelesinde özgün eserdeki güzel kadına (buradaki adı Susan) aşık olan goril ve T-Rex kapışması motifleri de kullanılır. Ama örneğin T-Rex kapışmasına bu kez uçan tekmeler eşlik eder. King Kong’un yaşadığı adadan (bu kez adı Mondo) Tokyo’ya nakli ve yüzerek uzaklaştığı final sahnesi gibi Honda motifleri de tekrarlanır. Bu anlamlı finale, gözyaşlarımızı tutmakta, bağrımızı parçalamamakta güçlük çektiğimiz bir kapanış repliği damgasını vurur: “Evine dönüyor; çünkü medeniyet dediğimiz şeyi yeterince gördü.”

Japonyadaki maceraları süresince kıtalar arası yüzme, yıldırımla güçlenme, kurşun geçirmezlik, kutup soğuğuna dayanıklılık, radyasyona direnç ve laftan anlama gibi yetenekler kazanan Kong, on yıl sonra ABD kıtasında tekrar gözükecektir ama artık pek de marifetli değildir. 

*: Honda filmlerini 2005 yılında ABD’de yayımlanan Universal DVD'lerinde yer alan kurguya göre yazdım. 

KING KONG (1976)
Goril kostümlü adam

1933 tarihli filmdeki Jack Driscoll’un muadili Jack Briscott (Jeff Bridges) yıldız adayı Dwan’in (Jessica Lange) kaçırılmasının ardından, harekete geçmekte ağırdan alan yandaşlarını “Onu kaçıran şey maymun kılığına girmiş bir adam değildi,” diye azarlar; ama gerçekten de öyledir. Kostümün içindeki adam ise mekanik ve plastik efekt ustası Rick Baker’dan başkası değildir. Baker, Kong’un Lange’ı kavrayan hayli gerçekçi elinin yaratılmasında ise Carlo Rambaldi’nin desteğini alacaktır. 

Film hayli karanlık bir yeniden çevrimdir. Bunun sebebi ise daha çok teknik zorunluklardan kaynaklanır. ILM devriminden önce yapılmış olsa da, Rambaldi’nin görsel tercihleri bir yana, 1933 yapımına kıyasla kendi zaaflarından utanan bir uyarlama da denebilir. Hiç renk vermese de Honda’nın Kong filmlerinden bile (özellikle 1967 tarihli olanından) epey fikir aşırmıştır.

Yönetmen John Guillermin, 132 dakikalık süresiyle çok uzun bir yeniden çevrime imza atar. (Aşırı  uzun diye şikayet edilen ilk Kong uyarlaması Peter Jackson'ınki değildir yani.) Sürenin bu kadar uzamasının iki nedeni vardır: İlk filmiyle çıkış arayan Lange’ın fetişleştirilmesi (böylece şöhret peşindeki aktris adayı rolüne cuk oturur) ve Kong’un gemiyle ABD topraklarına taşınma sürecine yer ayrılması. 

Dwan’i petrol ganimeti peşindeki gemiye getiren şey fırtınada batan yatıdır. Ona şöhret vaat eden film yapımcısı da bu fırtınada kaybolmuştur. Bu noktadan hareketle, bu uyarlamada Denham’in olmadığını öne sürebiliriz. Charles Grodin’in canlandırdığı Fred Wilson, öylesine karanlık ve sinsi bir karakterdir ki Armstrong’un babacan serüvencisinin bir muadili olduğunu söylemeye insanın dili varmaz. Ne de olsa devir petrol çağı, kredi kartı sahibi olmanın prestijden sayıldığı yıllar. Depresyon çağının taciri Denham, Fred’e kıyasla çok masum kalır aslında. 

1978 yılında geçen hikayede, aynı dönemsel nedenlerle bir Kong / T-Rex kapışması izlemeyiz. Dönemin izleyicisine makul gelmeyecek bu zorlayıcı ayrıntılar yerine, Lange’ın porselen bebek kırılganlığı ve hakikiliğiyle gemide sarhoş gibi dolaştığı sahnelere yer açılır. Böylece bir gorilin [bile] ona ilgi duymasını daha inandırıcı bulabiliriz. Canavarlarla kapışan Kong’un yerini Dwan’le peri kızı gibi oynayan, çamura bulanmış oyuncağını şelale suyunda yıkayan, onun eşarbının kokusuyla celallenen, iki çift lafıyla sakinleşen Kong alır. (Özgün filmdeki canavar kapışmalarından sadece bir tanesi kullanılmış, o da Kong’un dev bir yılanla boğuştuğu sahne.) Carlo Rambaldi’nin burada yarattığı en karmaşık ve zorlu görsel efekt, ıslak Lange’ı Kong’un üfleyerek kuruttuğu sahnede gerçekleşir.

Lange da en az Fay Wray kadar sunidir, en az onun kadar şık çığlıklar atar; beri yandan, güzel ile çirkin arasındaki ilişkiye ilk defa edilgenliğin ötesine geçen duygusal bir boyut katılmıştır artık. Sonuçta petrol hırsı sayesinde keşfedilmiş bir yaratık olarak Kong, Dünya Ticaret Binasına tırmanıp da tırmandığı şeyin aslında hiç de doğal ortamına benzemediğini anladığında, Dwan’in gözyaşları eşliğinde teslim olur. Hatırlarsak; Ann Darrow (Wray) Kong’un son nefesinde onu kaybettiği için asla gözyaşı dökmemişti.

KING KONG YAŞIYOR / KING KONG LIVES (1986)
Goril evliliği engellenemez!

Eğer efsaneyi yok etmek Kong devam filmlerinin bir geleneği ise buna başarılı bir devam filmi diyebiliriz. Bir bütün olarak ele aldığınızda da ruh katılmış bir klasiğin karşı tezi nasıl olur sorusunu da gayet iyi yanıtlayabilir. Bir dönemin sinemacıları peliküle rengi nasıl kaydedeceklerini henüz bilemezlerken, siyah-beyazı bir avantaj olarak kullanmışlar ve hayal güçlerini kitlelerle paylaşmak için eldeki tüm olanaklarını zorlamışlardı. Bazen sinema sanatçıları ve tarihçileri tarafından da dile getirildiği üzere, kısıtlamalar bazen hayal gücünü daha da körükleyebiliyordu.

Bu devam bölümü ise elverişli imkanların her zaman yaratıcılık anlamına gelmediğini belgeler nitelikte. Film, alabildiğine beylik bir U-dönüşüyle başlıyor. 105 dakika boyunca düş gücü ışıltısını boşuna beklemememiz gerektiğini haberleyen bir açılıştır bu. Kalbinin durduğuna bizzat kulaklarımızla şahit olduğumuz Kong, bir kurgu hilesiyle devasa bir yoğun bakım ünitesine taşınır. Dwan’in (Lange) feryatlarının üstünden 10 yıl geçmiştir ve ısrarla yaşatılmak istenen dev hayvanın kalbi iflas etmek üzeredir. Çaresi de hazırdır. Yapay kalp çözümü, anlaşılan o ki, bu dünyada en basit şeydir. Ne var ki dev mekanik kalbin nakli için uygun kan lazımdır. 

Senaristler Ronald Shusett [Alien] ve Steven Pressfield, bu durumu bir bahane olarak değerlendirirler. Kral Kong’la Oğul Kong arasındaki boşluk nihayet dolacaktır. Böylece en umutsuz anda dişi Kong bulunuverir. Hatta, yaratıcı denemeyecek kadar naif bu fikir, erkek kaşife duygusal yakınlık duyan dişi goril esprisiyle bile desteklenecektir. Güzel ve çirkin efsanesini bile çarpıtmaya kararlıdırlar.  

Mekanik kalbin nakli başarıyla gerçekleşir. Dev ameliyat aletleriyle Gulliver’in üstündeki cüceler gibi çalışan doktorlar adeta bir Disney parodisi gibidir. Ayrı bölmelerde muhafaza edilen erkek ve dişi Konglar birbirinin kokusunu alır. Ortalık cehenneme dönerken bile her şey gülünçtür. Kong, dişinin bulunduğu ambara dalarken bir sürü arabanın niçin oraya buraya çarpıp patladığına anlam vermek imkansızdır. Kong varsa hayhuy olsun yeter…

Bu tüylü çift bir süre kaçak hayatı yaşar. Peşlerine birkaç pırpırlı uçak ya da helikopter değil, koca bir ordu takılır. Yapımcıları küçümsemeyin lütfen, Reagan döneminin mensupları olarak onlar görkemli serüveni askeri destekle ilişkilendiriyorlar. Aynı ilişkiyi James Cameron “Aliens”ta da kurmuştu diye hatırlatırsanız, en fazla yüzüm kızarır.

Bu özgürlük savaşçısı aşıkların kollayıcı melekleri de ihmal edilmemiş tabii. Kalp naklini gerçekleştiren doktor Amy Franklin (Linda Hamilton) ve paragöz Hank (Brian Kerwin) goril çiftin kuyruğundan ayrılmaz. Gelgelelim, dev gorillerimiz baş kahraman olması gereken bu iki karaktere karşı derin bir kayıtsızlık gösterir. İnsanlar bir hısımdan başka bir şey değildir. Açıkçası Amy ve Hank de olaylara seyirci kalmak, gizlice dikizlemek, salya sümük zırlamak ve onca hengameden kelleyi kurtarma derdine düşmekten başka bir şey yapmazlar. İyisi mi, biz onlara kahraman falan demeyelim hiç.

ÖNEMLİ OLAN İŞLEVİ DEĞİL, BOYUTUDUR

Kong’un büyük bir tehdit olarak ilk kez ortaya çıktığında simgelediği şey sadece hayal gücünün sınırsızlığıydı. Günümüzde istesek de onun üzerine simgeler yerleştiremeyiz. Gücünden ziyade, yalınlığı ve safkan naifliğinden dolayı tüm etiketleri silkeleyip atabilir. Buna karşılık korkunç dev hayvanların fantastik sinemaya malzeme oluştururken her zaman aynı anlamsal sadeliği koruduğu söylenemez. En azından 80’lere kadar durum böyleydi.

Kong’u çok seven Japonlar, kısa filmler yaparak bir süre deneme yanılma yöntemleriyle oyalandıktan sonra, kendi canavarları Gojira’yı (Batı dünyasının bildiği adıyla Godzilla) yarattılar. Yıl 1954’ü gösteriyordu ve bu gecikmenin haklı bir nedeni vardı: Japonya iki atom bombasının yaralarını sarmakla meşguldü. Gojira kaçınılmaz olarak bir atom çağı eleştirisine dönüşecekti. Politik mesajı öylesine belirgindi ki hızla bir kültür ikonuna dönüşen film Amerika kıtasına ulaştığında, bu eleştirilerden gocunan Amerikan stüdyoları filmi yeniden kurgulayarak kuşa çevirdi. (2005 itibarıyla ABD’de Godzilla’nın gerçek kurgusuna ulaşmak hâlâ mümkün değildi.) Hollywood belki de aynı yıl çekilen yerli atom çağı eleştirisi “Them!”in önünü tıkamak istememişti. Gordon Douglas’ın fevkalade ciddi ve inandırıcı felaket filminde, atom bombası deneyleri yüzünden devasa boyutlara ulaşan karıncaların yarattığı dehşet konu alınıyordu.

70’lerin ortasına doğru felaket filmleri, başka toplumsal kaygılara bağlı olarak bir furyaya dönüşürken dev hayvanlar sadece dehşet salmak için boy gösterdiler. İlla ki bir eleştiri boyutu aranacaksa hızla gelişen sanayi dünyası hedef gösterilebilirdi; çünkü bu hayvanlar “Food of the Gods / Dev Tohumu" (1976) ve “Empire of the Ants / Dev Karıncalar İmparatorluğu” nda (1977) olduğu gibi genellikle kökeni meçhul kimyasal atıklar nedeniyle evrimsel açıdan sapıtıyorlardı. Bu filmlerin her ikisi de bir H.G.Wells uyarlamasıydı ve yazar/yönetmen Bert I.Gordon, yaklaşık 30 filme ulaşan Godzilla tekrar çekimleri kadar olmasa da güdük bir kurdelaya yol açacaktı. Aynı nedenle, King Kong’un yeniden çevrimine cesaret edilmesinin sebebi olarak da rahatlıkla Gordon sorumlu tutulabilir. Bu akımdan akılda kalıcı çok az film çıksa da, John Sayles’in yazdığı ve metropolde dev timsah gerilimini konu alan “Alligator”da (1980) olduğu gibi, doğrudan korku/komediyi hedefleyen kült örnekler aradan sıyrılmayı bilmişti.

Aynı dönemin sonuna doğru patlayan video furyası, araklama örneklerle birlikte içinden çıkılmaz bir dev canavarlar cenneti yaratmıştı. Ama hem en az ismi kadar komik GNAW (1989) hem de “King Kong Yaşıyor” (1986) için hoşgörü zamanları çoktan bitmişti. Sinema düşperestleri, tarih öncesi dev canavarlarla yeniden eğlenebilmek için yaklaşık bir 10 yıl daha bekleyecekler ve o noktadan sonra naiflik değil, foto-gerçekçilik ve ezici aksiyonun öne çıktığı bir tavır benimsenecekti. 

Perdede artık her şeyin mümkün olabildiği günümüzde, Peter Jackson’ın “King Kong”a ve dolayısıyla fantastik sinemanın en eski malzemesine geri dönüşü, elbetteki kişisel nedenlere de dayanıyordu. Ancak bunun, insanlığın serüven ruhu peşindeki bitmek bilmeyen yolculuğunun bir uzantısı olduğunu da göz ardı etmemek gerek. 

* Bu dosya ilk kez 2005 yılında Film+ dergisinde yayınlanmıştır.

Popüler Yayınlar