Deliliğin sesi, çizgi romanların senfonisi - Bir Kara Şövalye eleştirisi


Kan Dökülecek filminin açılışında “Kötü bir şey bu tarafa geliyor!” diye haykıran o tuhaf ve gergin uğultuyu anımsıyor musunuz? Neredeyse aynısı Kara Şövalye’de de var. Deliliğin sesi (rahatsız edici bir kulak çınlamasının anfiye bağlanmış halini andırıyor) bizi tüm gazlamalara rağmen hazırlıksız yakalamayı başaran bu filmi, adeta ikinci bir tema müziği gibi sık sık ziyaret ediyor, seyircinin algısına kopmak üzere olan bir gitar teli gibi abanıyor sanki. Deliliğin sesini sadece Joker’in ortaya çıkmak üzere olduğu sahnelerde değil, Batman’in zıvanadan çıktığı anlarda da duyuyoruz. Bir de Dent’in nefes kesici dönüşümünde elbette...

Zaten bir çizgi roman uyarlaması jeneriği sessiz sedasız açılıyorsa bu işte, olumlu açıdan, bir bit yeniği var demektir. Nolan, perde açıldıktan sonraki ilk 10 dakikada, iki ana karakterini, her tür hayran bakışından uzak bir mesafeyle sahneye çıkarıyor. Batman’in bir kahraman olmadığını ilan edeceğini hemen anlamıyoruz belki, ama daha ilk dakikalarda çakma Batman’lerle bize oyunlar oynayıp sonra da gerçeğini fiyakadan alabildiğine soyutlayarak karşımıza çıkarıyor. Poz kesen bir Batman arıyorsanız, yanlış filmdesiniz

Yetişkinlerin dünyası kaosa yakındır; delilik ise tam da Joker’in dediği gibi, yer çekimine benzer, biraz ittirmek yeterlidir. Joker’in istediği de bu: Adaleti dillerine pelesenk eden ama uygularken iki yüzlülük gösterenlerin dünyasının çöküşünü izlemek. İlk başlardaki Sezar göndermesi Bruce Wayne’i  (Christian Bale) işaret ediyor gibi görünse de, aslında dünyayı cayır cayır yanarken izlemek isteyenin Joker olduğunu yavaş yavaş kavrıyoruz. Joker, hedefine o kadar kıvrak hamlelerle ilerliyor ki, onu görür görmez deli diye yaftalayan herkesi utandırıyor. Buna biz de dahiliz. Kurduğu tuzaklar kesinlikle ön görülemiyor. Batman’in önüne iki seçenek sunduğu, bir anlatım harikası olan tüm karakol bölümünde olduğu gibi, giderek korkunçlaşıyor. Heath Ledger’ın tekinsiz Joker performansında yelpazelere sığmayan bir çeşitlilik ve zenginlik var. 

 
Nolan’ın önceki Batman filmi de ürkütücüydü; ama burada daha ısırgan, daha dağlayıcı bir korkunçluk söz konusu. Kötü adamlar, muğlak geçmişleri veya grotesk makyajları nedeniyle değil, kaybedecek hiçbirşeyleri olmadığı ve ölümden zerre korkmadıkları için korkunçlar. Bruce Wayne’in ise kaybedecek çok şeyi, yani maskesi ve arada bir vazgeçiyormuş gibi yaptığı serveti var. Adalet ve düzen takıntısının sonuçları ise kan dondurucu. Yaptığı seçimler en az Joker’in tuzakları kadar çarpık bir zihniyetin ipuçlarını vermeyi sürdürüyor.

Film, hayranlık uyandırıcı bir ironiyle, muazzam bir dakiklik ve intizam duygusuyla gerçek bir kaosa doğru sürükleniyor. Kaos duygusu, görsel sanatlarda izleyicinin ne tepki vereceğini bilememesiyle açıklanır. Gerçekten de uzunca bir süre Batman, Joker’i ha yakaladı ha yakalayacak koşturmacasına kaptırmışız gidiyorken; bir anda kapanan köprüler, cinnetin eşiğindeki bir halk ve bomba yerleştirilmiş, kaderi de yolcuların vicdanına bırakılmış iki tekneyle karşı karşıya kalıveriyoruz. Her nasılsa güvenlik güçlerini bile karşısında buluyor Batman. Belli ki senaryo yazılırken, hatta kurgulanırken şaşkına döner miyiz dönmez miyiz diye hiç kimsenin endişesi olmamış; çünkü bunca hengame arasında Batman’in yeni oyuncaklarının teknolojik sunumu bile gerçekleşiyor. (Bir benzerini Daredevil’de görmüştük, ama yine de cep telefonu dalgalarına yarasaların görme mantığını uygulayan sisteme bayılmamak elde değil.

Çizgi roman sayfalarının anlatım ritmini perdeye taşımak için daha önce farklı yöntemlere başvurulmuştu. Nolan, burada sıçramalı kurguya benzetebileceğimiz, aslında TV dizilerinde de kullanılan ama bu kadar incelikli uygulanmayan bir kurgu denemiş. Wayne bir basın açıklamasında Harvey Dent’in (Aaron Eckhart) gözüpekliği karşısında suskun kalıp Rachel’ı (Maggie Gyllenhaal) şaşırtınca, Rachel bunun hesabını şıp diye Alfred’e (Michael Caine) soruveriyor. İki olayın geçtiği mekan ve zaman farklı; ancak Nolan bu iki farklı sahneyi, şaşırtıcı bir süratle kaynaştırıp bağlamış. Keza, kurguyu o kadar sıkı sıkıya örmüş ki, boşlukları hayalinizde doldurmanıza fırsat bile vermiyor. Boşluklardan kastımız senaryo gedikleri değil. Çizgi roman sayfalarında tek bir lüzumsuz kareye izin vermeyen ekonomik ince ayarların aynısına başvurmuş. Kurgu masasında bir kronometre veya metronomla çalışmış olmalılar herhalde.

Nolan, yetişkin çizgi romancı kitlesini nasıl etkileyeceğini neredeyse matematiksel denklem hesabıyla çözmüş görünüyor. Yalın set tasarımlarında fiyakadan eser yok, hiçbir karakter yüceltilmiyor, yerin dibine de sokulmuyor, ahlaki açmazlarda hep bir bulanıklık var. Aksiyonu süslemiyor, çok iyi planlamakla yetiniyor. En önemlisi de güçlü bir hikayenin doruk noktalarına seyirciyi çıkarıp çıkarıp indirirken bir orkestra şefi gibi davranıyor. Çizgi romanların bir senfonisi olsa, bu olurdu kesinlikle. Bakın, süper kahraman filmi tanımlamasını hiç kullanmadım. Nolan’ın filminin kolay bir tanımlamaya hapsolmaya hiç niyeti yok. Bu şövalyeyi ihtirasla kovaladığı için ona minnettarız.

* Bu yazı ilk kez Empire Türkiye dergisinin Ağustos 2008 tarihli sayısında yayınlanmıştır. 

Popüler Yayınlar