Sadece Aşıklar Hayatta Kalır / Only Lovers Left Alive


Pek çok vampirimiz olmuştu ama hayatı kutsayan vampirlerimiz olmamıştı. Jarmusch’unkiler Anne Rice kitaplarındaki hedonist ve buhranlı vampirlere çok şey borçlu. Adam (Hiddleston), hem yaşam isteğini yitirmişliğiyle hem de bir nevi Rock’n Roll ilahı gibi sürdüğü yaşamıyla, fazlasıyla Lestat’i andırıyor zaten. Ağırdan alışlarında fanilerin ‘zaman nasıl geçti hiç anlamamışız’ saflığı var. Kan emici ölümsüzlerin sinema tarihi boyunca peşlerindeki avcılardan köşe bucak kaçmak zorunda kaldıklarını düşünürsek bu derin rehavet halini fazlasıyla hakediyorlar. Keyfe düşkün oldukları için gecesi 30 gün süren bir yerlere saklanmamışlar. İnterneti olsun, sosyal hayatı olsun, acil ihtiyaçları gideren dostlar el altında bulunsun, bunları önceliğe koymuşlar belli ki. Zaten sırrı iyi saklayınca ne kaçmaya ne de saklanmaya gerek kalıyor anlaşılan. Adam ile Eve’in tabutta değil, şık nevresimli yataklarda uyku mahmurluğundan başlarını kaldıramayışları bile çok sevimli.

İlginç olan, bu vampirlerin yırtıcılıktan yaşam gurusuna, keşişe, bu da olmadıysa birer zen şeysine evrilmiş olmaları. Eve’in puslu şark sokaklarında salına salına yürümesi, köhnemiş bir In The Mood for Love uzantısı gibi görünse de, aynı rehavete bağlanıyor: Zaman mefhumu yoksunluğu. Öyle bir yoksunluk ki, Ortaçağdaki bir olaydan dünmüş gibi bahsedebiliyorlar: “Geçen sefer yine senin yüzünden başımız derde girmişti.” Aynı sebepten hayattaki herhangi bir ayrıntıya çok fazla vakit ayırıyorlar. Adam’ın klasik gitar koleksiyonunun nadide parçalarını tüm teknik özellikleriyle üşenmeden sayması, elitistlikten ziyade, derin bir can sıkıntısının göstergesi aslında. Manasız ölümsüzlüğünden o kadar bıkmış ki, ona kalsa bir duvara bakarak bir asır geçirebilir. Ama o zaman biz de çok sıkılırdık. Bu haliyle bile çok sıkkın ki acil durumda kullanılmak üzere bir intihar planı bile hazırlıyor.

Eve (Swinton) bu yüzden çok kızıyor. Hayatta keyif alınacak, oyalanacak çok şey var mealinde birşeyler de geveliyor.  Zombilerden farklı olmaları gerek. Sıradan insanları ‘zombi’ olarak tanımlamaları kulağa çok aşina gelen bir espri aslında. En azından, başını telefon ekranlarından kaldıramayanlara ‘mobil zombiler’ diyen bizler için öyle. Sadece gece karanlığına mahkum olabilirler, doğru dürüst beslenemiyorlar, hatta bu aheste yaşamları korkunç sıkıcı görünebilir; ama Jarmusch’un vampirleri sanki kanlı canlı insanlardan daha fazla hayatın tadına varıyor gibi. İnin cinin top oynadığı saatlerde, insansız sokaklarda gezerek keyif çatmaları tam bir ‘asosyallik’ güzellemesi. Bu vampirlerin ‘güneşi görmeyi özledim’ diyerek sızlandıklarını duyamazsınız.

Eve belli ki asırlık ilişkinin güdümleyicisi. Hayatta kalmışlar ama ‘aşkım beni hayata bağlıyor’ çiğliğinden değil. İkisinin arasında geçen ve ‘Beni seviyorsun di mi?’ ile başlayan muhabbetin tonuna, yanıtlardaki aldırmaz ses tonuna lütfen dikkat edin. Bu didişmezlik sayesinde hayatta kalmışlar. Yine Rice romanlarındaki ‘seni seviyorum ama sonsuza dek çekemem şekerim’ atarlı vampirlere fark atıyorlar. Hani filmden hiçbir ders çıkmıyorsa, sırf sıradanlaştığı halde sorgulanmayan, didiklenmeyen sevgi ilişkisinden bir ibret çıkarılabilir yani. Son bir anahtar sahne kapanış dakikalarına yakın yerde duruyor: Eve’in öpüşüp koklaşan bir çifte bakarak ‘17. yüzyılda mıyız ayol’ diyerek burnundan güldüğü sahne.

Yaşamı bu kadar önemseyince, insanlara zombi diyerek hor görseler bile, sokakta gördükleri herkesin üstüne atlayıp kanlarını son damlasına kadar emmiyorlar. Can almaktan nefret eden, her acıktığında fareyle beslenen Louis de Pointe du Lac’ın kulakları çınlasın. Gıdayı kan bankasından temin ediyorlar. Nevaleyi de yudum yudum, küçücük kadehlerde içiyorlar. Her damlası değerli. Açgözlülük ve oburluk ancak nispeten genç yaştaki manevi kızkardeşleri Ava çıkagelince başlarına dert oluyor. Hoyrat gençlik işte.

Filmin jeneriğinin Hammer vampir serilerinin gotik fontlarıyla açılması dışında, yönetmenin aralıksız pop kültür referanslarıyla seyirciyi adeta bombardımana tuttuğu eleştirilerine katılmıyorum. Sonsuz çağları devirmiş olsalar da, ölümsüzler de biz faniler gibi canları sıkılınca geyiğe vuruyorlar. Sahiden, Jarmusch gibi bir yönetmenin, sırf Shakespeare’e laf sokarak göndermede bulunduğunu düşünmüyorsunuz herhalde? Malzemeye yaklaşımı zorlamasız. Korku literatüründe vampir toprağı üzerine tepeleme yığılmış metaforların üzerine yenilerini eklemek için kasmıyor. Moda deyimle ters köşeye yatırmakla ilgilenmiyor, klişelere teslim olup sadece can sıkmak yerine, klişelere kayıtsız kalarak aleladeliğe odaklanıyor.

Yönetmenin son dönem sinemasına can sıkıntısı hep hakimdi, ama onu Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’daki kadar anlamlı hiç kullanmamıştı. Öyle ki, sıradanlıkta komiklik bulan ve özünde hiçbir gelişmenin yaşanmadığı ilk dönem filmlerinin ruhuna en yakın işi denebilir.

* Sadece Aşıklar Hayatta Kalır 14 Şubat’ta vizyona girdi.

Popüler Yayınlar