Ankara'dan Ulusal Sinemaya bakmak...
Birbirinden nitelikli filmler görüp kararsız kalacağımız,
ödülü paylaştırmaktan imtina ettiğimiz için de saatlerce tartışacağımız ulusal
film yarışması seçkilerini göreceğimiz günler gelir umarım. 25. Ankara
Uluslararası Film Festivali’nde, festivalin tercih ettiği adıyla Ulusal Uzun Film
Yarışması’nda da ne yazık ki böyle bir seçkiyle karşılaşmadık. Yakalanmış belli
bir fikir, bir tema üzerinden çabucak bir şey kotarma aceleciliği, bu
fikirlerin bazıları sahiden ilham verici olsa da, birçok filmin ortak sorunuydu.
Nitekim SİYAD En İyi Film ödülünü, bu aceleciliğe en az yenik düşen ve sinemanın
tüm öğelerini en hakim biçimde kullanan bir filme, Kusursuzlar’a verdik, oy
birliğiyle. İsminden yola çıkarak sorulan ve gına getiren ‘film sahiden kusursuz muydu?’
esprisini buraya taşımak istemem. Ama yine de...
Dini inanç sistemini sorguluyormuş gibi görünürken onu
tasdikleyen Daire’den çok daha tutarlıydı mesela. Daire’nin iki karakteri de
kaderi sorguladıkları için bir şekilde cezalandırıldı, yaşadıklarına ceza
denmese bile yazgıya boyun eğmeleri gereken bir açmazın önüne yerleştirilip
hapsedildiler, hatta idam edilen de oldu.
Eğer teslimiyetçi tavır bir anlatının temel derdi olarak
fazla göze batıyorsa, Daire, Reha Erdem’in hiper-delilik filmi Şarkı Söyleyen
Kadınlar’ın yanında çok masum kalırdı. Erdem’in filmine kasten veya kazara döşediği
metaforları anlamaya gayret edenler olsa da, böyle bir çaba, onu izlenmez hale
getirmek için gayret sarfeden bir yönetmenin filmi için fazla sayılabilir. Şarkı
Söyleyen Kadınlar’ın tüm yaygarası “ölüm varsa gerisi boş!” demek içindi sanki.
Erdem bunu da kastetmemiştir mutlaka. Kendi adıma, Erdem'i, resim dersinde ne yapacağını bilmediği için önündeki tuvali renklerle bulamaç haline getiren hırçın, küskün, biraz da öfkeli bir çocuğa benzettim bu filmiyle.
Kürt meselelerine değinen iki filmin temel sorunu ise, gerek
Bir Varmış Bir Yokmuş’da gerekse Cennetten Kovulmak’ta olsun, yönetmenlerin ele
aldıkları mesele karşısında soğukkanlılıklarını yitirip evrensel bir dil
yakalayamayışlarıydı. Belgesel dilini ve kamerasını kullanmanın bir filme istenen
doğallığı katmaya yetmemesi bir yana, mevsimlik işçiliği sırf Kürtlerin yaptığı
bir işmiş gibi vurgulamak, gıda sanayiine zerre değinmeden tarımla uğraşan
köylü sınıfının sorununu tek bir boyuta (fakir/zengin ayrımına) indirgemek, Bir
Varmış Bir Yokmuş’u yetkin bir kurmaca / belgesel kategorisine sokmayı
güçleştiriyordu. Tek bir sahnesi, köyden kaçan sevdalı gençlerin o pırıl pırıl
bakışlarındaki umut, unutulmazdı. Çözüm sahiden de orada, başlık parasını
“hayvan pazarlığı gibi” diyerek yeren gençlerin, insanlığına sahip çıkan
gözlerinde. Aynı duruluk, aynı evrensel bakış tüm filme hakim olsaydı, en güçlü
aday olur muydu? Belki.
Beri yandan, Cennetten Kovulmak, birçok benzeri gibi insancıllığı
yakalamak için çok tehlikeli bir vurgunun ardına sığınıyordu; “aynı tanrıya inanıyor, aynı duaları ediyoruz”
vurgusuna. Dr. Strangelove’daki atom bombası sevgisi gibi bir açmaz bu! Ama hiç
de ironik bir yanı yok. Hem ne demek yani, başka dine inansalar, misal ateşe
tapsalar, çatışma haklı bir zemine mi oturacak? Keza garibanın, yoksulun Türk’ü
Kürt’ü olmadığını bu filmin yazarı da unutmuştu. Bir sahnede “Bu binaları biz
yapıyoruz, ama bitince önünden bile geçemiyoruz,” dedi bir Kürt işçi. “Sadece
siz mi?” dedik biz de, içimizden. Hem şu elektrik mühendisi kıza birden ne oldu
da işçinin cenazesini köyüne götürmeye karar verecek kadar ani bir değişim
geçirdi? Ölüm ve cenazeler mi bizi birleştiren? Bitmeyen bir çatışma üzerine ne
kadar talihsiz, insafsız, izansız bir cümledir bu. Sinir bozuculuk konusunda,
güzellik takıntılı ve reddedilmiş ergen öfkeli Bi Küçük Eylül Meselesi’yle yarışabilecek
tek filmdi. Bi Küçük Eylül Meselesi’nin bir yarışma filmi olarak karşımıza çıkabilmiş olmasına hâlâ
hayret ediyorum.
Mavi Dalga’nın Türk sinemasında benzeri çekilmemiş bir
gençlik filmi olmak gibi bir meziyeti vardı. Kadın dünyasını karartan, soğutan
erkek egemenliğini bir enerji kesintisiyle ilintilemesi hoştu, ama
bunun dışında başka hiçbir şeyi yoktu. Hatta vaktiyle yönetmenlerine sorulan “görüntü
yönetmeniniz yok muydu?” sorusunu haklı kılacak kadar. Evet, görüntü
yönetmenleri çekimlerin yarısında seti terketmiş olabilir, ama bir yönetmenin
‘kadraj gözü’ hiç mi olmaz? Filmi kağıt üzerinde mükemmel noktaladığı bariz
belli olan o kavşak sahnesi, o kadar düz mü çekilir? Temel meselesinin gayriihtiyari “verdi, kurtuldu”dan ibaret görünmesi de film okuması açısından
talihsiz bir şakaydı.
Özür Dilerim’e gelince... Bir aktör kendini asla o kadar
paralamamalı. Jodie Foster’ın Nell vakasını anımsayınız. Güven Kıraç’ın
canlandırdığı karakter uzaylı olabilir, Gollum olabilir, Ork olabilir, robot
olabilir ama bir engelli değil. Niye çalışmadığının açıklamasını usta metot
oyuncuları daha iyi yapabilir sanırım. Ayrıca günlük hayatın olağan ayrıntılarını
uzun uzadıya aktarmak bir filmi daha doğal hale getirmiyor. Kusursuzlar’ın
lüzumsuz planları eleyen ekonomik kurgusunu bu filmden sonra insan daha
da takdir ediyor açıkçası. Yönetmeni Cemil Ağacıkoğlu'nun engellilerin dünyasına bakarken cinselliğe kadar uzanması gözüpeklikten ziyade gözükaralıktı aslında. Riskin ağırlığı altında kaçınılmaz olarak eziliyordu.
Üç Yol’un soykırımla tarihi silinmeye çalışılmış Saraybosna’dan
başlayan ve başka yöntemlerle toplumsal bellekten silinmek istenen Hasankeyfe
bağlanan öyküsü, yine kağıt üzerinde hoş, ilham verici belli ki. Oysa filmin
kendisi metafizik ve şiire gömülerek yolunu kaybediyor, bu hoş fikir anlamlı
bir bütün oluşturmuyordu.
Gözümün Nuru birçok bakımdan derli toplu, tertipliydi,
hikayesinin heyecanına kapılıp hedefini şaşmamasıyla bahsi geçen dağınık
filmlere ders olabilecek nitelikteydi; ancak onun da karşısında Kusursuzlar’ın
güçlü öyküsü duruyordu. Bu da özellikle sinemada öykü anlatımını, bir derdi
olan filmleri önemsiyorsanız öyle hafife alınabilecek bir ayrıntı değil.
Kusursuzlar, erkek şiddeti karşısında mağdur olan kadının kendini savunmak için
şiddete başvurduğunda bile mağdur konumundan kurtulamayışını çarpıcı bir
üslupla, sinema duygusunu çok önemseyerek aktaran bir filmdi. Daha önemlisi,
sinemamızda nadir rastlanan senarist / yönetmen uyumuna da örnek
gösterilebilecek bir çalışma olarak öne çıkıyordu. Finali her ne kadar tartışmaya çok açık olsa da...
Filmlerin genel durumu, SİYAD ödülüne karar verirken kendi
aramızda tartışmaya çok fazla gerek bırakmadı belki ama her zamanki gibi sinemamızın
genel durumu hakkında epey tartışma imkanı doğurdu. Ankara Film Festivali’nin
ulusal film yarışmasında para ödülü olmadığı için sinemacıların filmlerini göndermek
istemedikleri söyleniyor. Ancak ulusal yarışma kategorisi bir festivalin
prestijiyse eğer, ön seçici kurulun daha titiz davranması, tek bir iyi filmin
etrafının vasat filmlerle örülmesi alışkanlığından uzaklaşılması gerekiyor. Aksi
takdirde ödül sayısını artırıp katılan her filmi en az bir ödülle uğurlamak bir
festivali nereye kadar taşıyabilir, orası biraz kuşkulu. Her şeye rağmen bu seçkilerin en zayıf olanında bile sinemamızın genel durumuna dair bir tablo çizmek mümkün oluyor ki, film festivallerini asıl vazgeçilmez ve mühim kılan şey de bu.