Ankara'dan Ulusal Sinemaya bakmak...



http://divxplanet.com/local_photos/42213/Kusursuzlar-554497.jpg 
Birbirinden nitelikli filmler görüp kararsız kalacağımız, ödülü paylaştırmaktan imtina ettiğimiz için de saatlerce tartışacağımız ulusal film yarışması seçkilerini göreceğimiz günler gelir umarım. 25. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde, festivalin tercih ettiği adıyla Ulusal Uzun Film Yarışması’nda da ne yazık ki böyle bir seçkiyle karşılaşmadık. Yakalanmış belli bir fikir, bir tema üzerinden çabucak bir şey kotarma aceleciliği, bu fikirlerin bazıları sahiden ilham verici olsa da, birçok filmin ortak sorunuydu. Nitekim SİYAD En İyi Film ödülünü, bu aceleciliğe en az yenik düşen ve sinemanın tüm öğelerini en hakim biçimde kullanan bir filme, Kusursuzlar’a verdik, oy birliğiyle. İsminden yola çıkarak sorulan ve gına getiren ‘film sahiden kusursuz muydu?’ esprisini buraya taşımak istemem. Ama yine de...

Dini inanç sistemini sorguluyormuş gibi görünürken onu tasdikleyen Daire’den çok daha tutarlıydı mesela. Daire’nin iki karakteri de kaderi sorguladıkları için bir şekilde cezalandırıldı, yaşadıklarına ceza denmese bile yazgıya boyun eğmeleri gereken bir açmazın önüne yerleştirilip hapsedildiler, hatta idam edilen de oldu.

Eğer teslimiyetçi tavır bir anlatının temel derdi olarak fazla göze batıyorsa, Daire, Reha Erdem’in hiper-delilik filmi Şarkı Söyleyen Kadınlar’ın yanında çok masum kalırdı. Erdem’in filmine kasten veya kazara döşediği metaforları anlamaya gayret edenler olsa da, böyle bir çaba, onu izlenmez hale getirmek için gayret sarfeden bir yönetmenin filmi için fazla sayılabilir. Şarkı Söyleyen Kadınlar’ın tüm yaygarası “ölüm varsa gerisi boş!” demek içindi sanki. Erdem bunu da kastetmemiştir mutlaka. Kendi adıma, Erdem'i, resim dersinde ne yapacağını bilmediği için önündeki tuvali renklerle bulamaç haline getiren hırçın, küskün, biraz da öfkeli bir çocuğa benzettim bu filmiyle.

Kürt meselelerine değinen iki filmin temel sorunu ise, gerek Bir Varmış Bir Yokmuş’da gerekse Cennetten Kovulmak’ta olsun, yönetmenlerin ele aldıkları mesele karşısında soğukkanlılıklarını yitirip evrensel bir dil yakalayamayışlarıydı. Belgesel dilini ve kamerasını kullanmanın bir filme istenen doğallığı katmaya yetmemesi bir yana, mevsimlik işçiliği sırf Kürtlerin yaptığı bir işmiş gibi vurgulamak, gıda sanayiine zerre değinmeden tarımla uğraşan köylü sınıfının sorununu tek bir boyuta (fakir/zengin ayrımına) indirgemek, Bir Varmış Bir Yokmuş’u yetkin bir kurmaca / belgesel kategorisine sokmayı güçleştiriyordu. Tek bir sahnesi, köyden kaçan sevdalı gençlerin o pırıl pırıl bakışlarındaki umut, unutulmazdı. Çözüm sahiden de orada, başlık parasını “hayvan pazarlığı gibi” diyerek yeren gençlerin, insanlığına sahip çıkan gözlerinde. Aynı duruluk, aynı evrensel bakış tüm filme hakim olsaydı, en güçlü aday olur muydu? Belki.

Beri yandan, Cennetten Kovulmak, birçok benzeri gibi insancıllığı yakalamak için çok tehlikeli bir vurgunun ardına sığınıyordu;  “aynı tanrıya inanıyor, aynı duaları ediyoruz” vurgusuna. Dr. Strangelove’daki atom bombası sevgisi gibi bir açmaz bu! Ama hiç de ironik bir yanı yok. Hem ne demek yani, başka dine inansalar, misal ateşe tapsalar, çatışma haklı bir zemine mi oturacak? Keza garibanın, yoksulun Türk’ü Kürt’ü olmadığını bu filmin yazarı da unutmuştu. Bir sahnede “Bu binaları biz yapıyoruz, ama bitince önünden bile geçemiyoruz,” dedi bir Kürt işçi. “Sadece siz mi?” dedik biz de, içimizden. Hem şu elektrik mühendisi kıza birden ne oldu da işçinin cenazesini köyüne götürmeye karar verecek kadar ani bir değişim geçirdi? Ölüm ve cenazeler mi bizi birleştiren? Bitmeyen bir çatışma üzerine ne kadar talihsiz, insafsız, izansız bir cümledir bu. Sinir bozuculuk konusunda, güzellik takıntılı ve reddedilmiş ergen öfkeli Bi Küçük Eylül Meselesi’yle yarışabilecek tek filmdi. Bi Küçük Eylül Meselesi’nin bir yarışma filmi olarak karşımıza çıkabilmiş olmasına hâlâ hayret ediyorum.

Mavi Dalga’nın Türk sinemasında benzeri çekilmemiş bir gençlik filmi olmak gibi bir meziyeti vardı. Kadın dünyasını karartan, soğutan erkek egemenliğini bir enerji kesintisiyle ilintilemesi hoştu, ama bunun dışında başka hiçbir şeyi yoktu. Hatta vaktiyle yönetmenlerine sorulan “görüntü yönetmeniniz yok muydu?” sorusunu haklı kılacak kadar. Evet, görüntü yönetmenleri çekimlerin yarısında seti terketmiş olabilir, ama bir yönetmenin ‘kadraj gözü’ hiç mi olmaz? Filmi kağıt üzerinde mükemmel noktaladığı bariz belli olan o kavşak sahnesi, o kadar düz mü çekilir? Temel meselesinin gayriihtiyari “verdi, kurtuldu”dan ibaret görünmesi de film okuması açısından talihsiz bir şakaydı.

Özür Dilerim’e gelince... Bir aktör kendini asla o kadar paralamamalı. Jodie Foster’ın Nell vakasını anımsayınız. Güven Kıraç’ın canlandırdığı karakter uzaylı olabilir, Gollum olabilir, Ork olabilir, robot olabilir ama bir engelli değil. Niye çalışmadığının açıklamasını usta metot oyuncuları daha iyi yapabilir sanırım. Ayrıca günlük hayatın olağan ayrıntılarını uzun uzadıya aktarmak bir filmi daha doğal hale getirmiyor. Kusursuzlar’ın lüzumsuz planları eleyen ekonomik kurgusunu bu filmden sonra insan daha da takdir ediyor açıkçası. Yönetmeni Cemil Ağacıkoğlu'nun engellilerin dünyasına bakarken cinselliğe kadar uzanması gözüpeklikten ziyade gözükaralıktı aslında. Riskin ağırlığı altında kaçınılmaz olarak eziliyordu.

Üç Yol’un soykırımla tarihi silinmeye çalışılmış Saraybosna’dan başlayan ve başka yöntemlerle toplumsal bellekten silinmek istenen Hasankeyfe bağlanan öyküsü, yine kağıt üzerinde hoş, ilham verici belli ki. Oysa filmin kendisi metafizik ve şiire gömülerek yolunu kaybediyor, bu hoş fikir anlamlı bir bütün oluşturmuyordu.

Gözümün Nuru birçok bakımdan derli toplu, tertipliydi, hikayesinin heyecanına kapılıp hedefini şaşmamasıyla bahsi geçen dağınık filmlere ders olabilecek nitelikteydi; ancak onun da karşısında Kusursuzlar’ın güçlü öyküsü duruyordu. Bu da özellikle sinemada öykü anlatımını, bir derdi olan filmleri önemsiyorsanız öyle hafife alınabilecek bir ayrıntı değil. Kusursuzlar, erkek şiddeti karşısında mağdur olan kadının kendini savunmak için şiddete başvurduğunda bile mağdur konumundan kurtulamayışını çarpıcı bir üslupla, sinema duygusunu çok önemseyerek aktaran bir filmdi. Daha önemlisi, sinemamızda nadir rastlanan senarist / yönetmen uyumuna da örnek gösterilebilecek bir çalışma olarak öne çıkıyordu. Finali her ne kadar tartışmaya çok açık olsa da...

Filmlerin genel durumu, SİYAD ödülüne karar verirken kendi aramızda tartışmaya çok fazla gerek bırakmadı belki ama her zamanki gibi sinemamızın genel durumu hakkında epey tartışma imkanı doğurdu. Ankara Film Festivali’nin ulusal film yarışmasında para ödülü olmadığı için sinemacıların filmlerini göndermek istemedikleri söyleniyor. Ancak ulusal yarışma kategorisi bir festivalin prestijiyse eğer, ön seçici kurulun daha titiz davranması, tek bir iyi filmin etrafının vasat filmlerle örülmesi alışkanlığından uzaklaşılması gerekiyor. Aksi takdirde ödül sayısını artırıp katılan her filmi en az bir ödülle uğurlamak bir festivali nereye kadar taşıyabilir, orası biraz kuşkulu. Her şeye rağmen bu seçkilerin en zayıf olanında bile sinemamızın genel durumuna dair bir tablo çizmek mümkün oluyor ki, film festivallerini asıl vazgeçilmez ve mühim kılan şey de bu.


Popüler Yayınlar