Yıldızlararası / Interstellar (2014)




Yıldızlararası, Nolan’ın yıllardır kendisinden beklenen büyük ölçekli bir bilimkurgu yapıtının nasıl bir şeye benzeyeceğinin yanıtını hayranlarını bile şaşırtabilecek bir bileşim sunarak veriyor. Bu aynı zamanda Nolan’ın filmografisindeki ilk modern hayalet öyküsü. Daha filmin ilk dakikalarından itibaren poltergeist / iletişim kurmaya çalışan hortlak muhabbetine girmesi hiç de eften püften bir ayrıntı değil. Kıyametin eşiğinde iki çocuğu ve kayınpederiyle dünya nüfusunun geri kalanı gibi çiftçiliğe ‘mahkum’ edilmiş mühendis Cooper, elbetteki bir bilim insanı olarak kızına hayalet diye bir şey olmayacağını bilimsel düşünce mantığını özetleyerek izah etmeye çalışıyor. Kızının odasındaki raflardan kitapların kendiliğinden devrilmesinin, havadaki toz zerrelerinin belli bir düzene göre aralanmasının mutlaka bilimsel bir açıklaması vardır çünkü. 

Mesela sebebi, dünya üzerindeki organik yaşamı tehdit eden yerçekimi anomalisi olabilir. Dünya, üstü giderek daha çok toprakla örtülen bir mezarlığa dönüşüyor. İnsanlık ise diri diri gömülme psikolojisinin pençesinde, ‘çoktan ölmüş sayılırız’ teslimiyetiyle bilim dahil birçok şeye inancını yitirmiş durumda. Devasa toz fırtınaları, insanlığın cehalete teslimiyetinin bir sonucu ya da görsel bir izdüşümü gibi işliyor.

Ne var ki hayalet öyküleri hep göbek bağıyla ‘öbür dünya’ya bağlıdır. Ölümün son olmadığını vurgularken bile, onun mutlak bir son oluşunu kutsal varlıklara ya da yerleşik inançlara bağlayarak tasdikler. Yıldızlararası’nın duygusal hayalet hikayeleri bakımından en yakın akrabaları olan It’s a Wonderful Life ve Scrooge gibi duygusal örneklerinde ölüm geçmişe ve geleceğe bir pencere açıyor gibi görünse de hakikaten mutlak sondur, bu bakımdan faniliği, insani çaresizliği de kutsarlar. Allah deyip ötesini bırakan bu gibi örneklerin aksine, Yıldızlararası’nın metafiziksel yaklaşımı önce ölümün karanlığına öfke duyarak fitilini ateşliyor. “Karanlığa öfke duyun, ışığın yok oluşuna öfke duyun,” dizeleri insanlığı bu teslimiyet duygusundan, bu fanilik duygusundan silkip çok ötelere taşıyan bir roket yakıtı vazifesi görüyor, filmin anlatısına ‘şuraya güzel bir şiir döşeyelim’den öte güçlü bir ivme kazandırıyor. Düşünen insanın ölüm kavramıyla ilişkilendirilmiş çaresizliğe duyduğu tepki ancak bu kadar güzel dile getirilebilir.

Görsel bir şölen sunma derdini pek de önemsemiyor görünen uzay sahnelerinin sadeliği filmi tutarlı bir bütünlüğe kavuşturduğu söylenebilir. Aksiyona çok fazla yer verilmeyişini olumlu ya da olumsuz bir özellik olarak nitelemenin, mevzu itibarıyla çok fazla önemi yok. Sonsuz kainat tasvirlerinde büyük bir yaradılış gizemi hayranlığı yerine, örneğin Yerçekimi’deki ‘şu evrende bir toz tanesiyiz’ teslimiyetçiliğinin aksine yaşamın sonsuzluğunu göstermek istiyor Nolan. Gerçekçi bir karamsarlığı da var. Bu kadar çok bilinmeyenin barındığı, matematiksel olarak ölçülemeyen bir büyüklükten insanlığı kurtaracak şıpınişi bir çözümün çıkmayacağı ortada. 

Tam da bu noktada Yıldızlararası, insanlığa inancını yitirmemiş bir diğer büyük yapıtla, 2001: Uzay Macerası’yla el ele tutuşuyor. “Buraya kadar kendimiz geldik.” Bu anahtar diyalog, her nasılsa 2001’in uzay mekiğine dönüşen kemik parçası sekansıyla çok güzel örtüşüyor. Ay’a kadar gidebilmiş insan ırkı, zekasıyla olağanüstü mucizelere imza atmış insanlık, doğanın sahibi olmasa bile, cezalandırıcı, yargılayıcı bir kıyametle yok olamaz ne de olsa.

Ölümün karanlık bir son olduğu fikrine insan zekasını yücelterek, ona güvenerek direnen her film gibi, insanlığın ‘anlamlı ömürler inşa etme’ arzusunu neredeyse karşı konulamayacak bir dokunaklılıkla irdeliyor Nolan. Bu belki de onun bugüne dek çektiği en duygusal, hatta belki de en kişisel filmi. İleriki onar yıllık dönemlerde onun olgunluk çağının en önemli filmlerinden biri, belki de başlangıç noktası olarak görülmesi mümkün. Sevginin gücü ve kalbin sesini dinlemek gibi kulağa pek naif gelen kalıpları, bir araç olarak kullandığı bilimkurgu diliyle yorumluyor, onları bir yönetmen olarak çok iyi anladığını asla iddia etmediği, edemeyeceği kuantum teorileriyle harmanlıyor. İşte tam da bu lezzetli dokunuşlar sayesinde, çocuksuz bir hayatın anlamı eksiktir veya boşa harcanmış bir hayattır vurgusu yapan birçok dramın aksine hikayesinde kaba saba bir ‘ebeveynlik’ propagandası okunmuyor, şükür ki. Çocukların geleceğini görememek, hayatlarını berbat etmek, onları yalnız bırakmak gibi yerleşik ebeveyn korkularına dair düşüncelerini filmin yaşam bütünlüğü felsefesiyle çelişmeyecek biçimde etkili bir dille aktarıyor. Erkeklerin yaşadığı ebeveynlik depresyonu sinemaya yarıyor gerçekten de. Trier’in ebeveynlik depresyonundan Antichrist çıkmıştı, Nolan’ınkiyse Interstellar.

Nolan’ın sineması bazılarınca fazla gösterişçi bulunsa da burada gösterişten yana bir şey bulmak pek mümkün değil. Yaratıcı tasarımlarda tümüyle işlevsel ve pratik düşünülmüş. Mesela akıllı bir buzdolabını anımsatan robot TARS’ın tasarımı ilk anda gülünç gelecek kadar uyduruk görünse de, aslında askeri düşünce mantığının grafikle betimlenmiş halini andırıyor. Köşeli, sert, insani değil, default modundayken rap rap adımlarla yürüyor ve espri yaptığı zaman bile çok sıkıcı. Zaten Nolan bu gelecek tasvirinde ilk iş olarak ordudan kurtulmuş. Pek de iyi yapmış. Distopik bilimkurgularda askeri vesayetten kurtulmazsanız üç kuruşluk silahlarıyla kahramanlık taslayabilirler. Filmin kendi içinde küçük bir şaka mealinde Profesör Brand da diyor zaten: "Bunların yerine mermiler olabilirdi."

Sonuçta insanlığa inancını yitirmemiş, insanlığı her şeyin üstünde tutan bir bilimkurgu izlemek çok iyi geldi. Bu cehalet çağında, ‘nasıl olsa öleceğiz’ kötümserliği çağında mutlaka size de iyi gelecektir. Buzul gezegeni yüzeyinde birbiriyle boğuşan iki tanecik adama bir bilge misali kuşbakışı baktığı o son derece naif karede insanlığın iflah olmaz kötülüğüne dem vursa da... 

* Yıldızlararası 7 Kasım 2014'te gösterime girdi. 

Popüler Yayınlar