Bir demir perde nostaljisi: Türkiye'den trenle Sofya'ya gitmek



TCDD’nin “İstanbul-Sofya tren seferleriyle bir gecede Avrupa” diyen cici reklamlarını gördünüz mü? Sofya’ya gitmeyi düşünüp de Google’da arama yaptığınızda “ay ucuz yoldan Avrupa’ya gezmeye gidiyorum lay lay lom” diliyle yazılmış bir sürü blog yazısı da görmüşsünüzdür. Ben de gördüm, bindim, gittim. Önce özetler: Bulgaristan suşinin patates kızartması gibi tüketildiği bir Avrupa ülkesine dönüşmüş, Türkiye demir perde döneminde kalmış. 

Yazımın başlığındaki demir perde nostaljisini temsil eden taraf Sofya değil. 

En önemli kısmı ve çoğu blogda değinilmeyen ayrıntı şu: Kapıkule sınır kapısından geçişler bir ömür törpüsü.

Neler oldu anlatayım. 

Bulgaristan sınırından geçerken Bulgar polisi vagonlara bizzat geliyor, pasaportları alıyor, yarım saat sonra da damgalanmış haliyle yine kompartımanınıza kadar getirip bırakıyor. Gayet medenice… sayılır. Kompartıman kapısını tıklatmalarıyla haşırt diye açmaları bir oluyor. Bir nevi baskın gibi. Yani kapım nasıl olsa kapalı, donla yatayım demeye gelmez. Ama kuyrukta bekletmeyip hemen yolluyorlar ya, o yüzden mislice medeniler.

Türkiye kapısında ise vagondan inip küçücük bir odada kuyruğa giriyorsunuz. Gişede pasaportlara bakan iki polis var. Ama biri sürekli telefonla konuşuyor çünkü kapıda bilgisayar yok. Monitör ve klavye görünürde var. Kullanılmıyor. 

Önce pasaportlar tek tek toplanıyor, tek tek telefonla bir yer aranıyor, memurların sayısı bazen üç dört beş oluyor ama aralarında tartışmak için. Sonra önlerindeki kargacık burgacık el yazısıyla yazılmış yolcu listesindeki isimlerle pasaportlar karşılaştırılıyor. Bir pasaport eksikse, eskaza birisi tuvaletten çıkamadı ve uyuya kaldı da vagondan inmediyse tüm yolcular bekletiliyor. Sonra tüm o pasaportlar tek tek isim okunarak dağıtılıyor.

Bu yöntemle Türkiye’den çıkışımız 1 saat 30 dakika, Türkiye’ye girişimiz ise tam 3 saat sürdü. Giriş daha uzun sürdü çünkü giden trenle gelen tren aynı saate denk gelmişti. Önce çıkanların pasaportlarına bakıldı, en son girenlere. Toplam 50 kişi ya vardı ya yoktu. Sabah saat ikide gümrükteydik. Hareket ettiğimizde saat sabah beşi gösteriyordu. 

Yaşadığınız tedirginlik cabası çünkü herkes uykusuz, yorgun, bekledikçe sinirler de geriliyorken birisi polislere terslenir diye aklınız çıkıyor. Öyle bir durumda polisin “kimseyi almıyorum / göndermiyorum” diyerek gişenin kapısını çarpıp rest çekeceğini tahmin etmek zor değil. Ne var ki aynı uykusuzluk ve yorgunlukla çalışan memurların sakinliği hayret verici. “Bizi niye bekletttiğinizi öğrenebilir miyim?” diye sorabilen birkaç kişiye gayet düzgün yanıt veriyorlar. Pasaportları dağıtırken genç yolculara esprili takılıyorlar. Alay eder gibi değil, esprili. 

Pasaportları nihayet alıp kompartımana geri dönüyorsunuz, “oh artık uyuyabilirim” diyerekten ama on beş yirmi dakika sonra gene kapı çalıyor, gene polis, pasaportlara son kez bakıp gümrüğe tabi eşya olup olmadığını soruyorlar. Yani vagonda pasaportlara bakabiliyorsanız niye iki buçuk saat kuyruk bekledik? Bulgar polisinin yapabildiği şeyi bizimkiler niye yapamıyor?

O reklamlarda tren fotoğrafı olmadığı da dikkatinizi çekmiştir. Hayallerdeki tren şu:

 
Ama gerçeği bu. 




Her köşesinden ayrı bir dangırtının koptuğu çuf çuf trenlerden.

Tabii ki ses yalıtımı hak getire. Genellikle öğrencilerin tercih ettiği bir ulaşım şekli olduğundan gecenin bir vakti kakara kikiri geyik yapanı da çıkıyor. Sürgülü kapıların büyük bir gürültüyle açılıp kapanması standart. Kulak tıkacı bir seçenek değil, çünkü uyuya kalıp gözünüzü başka şehirde açma riski var. 

Kompartımanda lavabo var. Gidip gelirken sadece iki kez kullandım, o da vagondaki tuvalette su akmadığı için. Tuvalette su akmayabilir, sifon çalışmayabilir. Girer girmez ilk iş ikisinin de çalıştığını kontrol etmek olmalı. Gerçi onun da garantisi yok. Üç beş dakika sonra su da kesilebilir, elektrik de. Giderken de gelirken de trende elektrik sorunu vardı. Havalandırma kötü. Gecenin bir vakti ya lavabodan ya havalandırmadan lağım kokusuna benzer kokular geliyor. Neyse ki kompartımanda açılabilir bir pencere var. Demiryolu gürültüsünü daha da artırmak ile havasızlık arasında seçim yapmak gerekiyor. 

Portatif merdiveni olsa da, özellikle uzun boyluysanız, üst ranzaya tırmanmak da inmek de risk. O lavoboyu, buzdolabını, çekmece tipi çalışma masasını, dolabı ve kapanır haldeyken düz tahtaya oturmaktan farksız ranza/koltukları kaldırıp, iki tane otobüs tipi geniş yatar koltuk koysalar çok daha konforlu bir yolculuk sağlanabilir. Hatta şu TV koltukları gibi açılınca yarı yatak olan koltuklar bile daha iyidir.

Temizlik ve kibarlık konusunda iyiler. Poşet içinde teslim edilen yastık kılıfı ve çarşaflar mis gibi beyaz sabun kokuyor. Kompartımana kadar bir görevli size eşlik ediyor. Su, meyve suyu, bisküvi ve havlunuzu veriyor. 

Sofya konusunda başka bloglarda yazanların hepsi doğru. Şunları ekleyebilirim:

Suşiye fena sarmış durumdalar. Amerikan tarzı füzyon suşilerin bu kadar çok çeşidini ve ucuzunu İstanbul’da görmedim. İflas etmeden patlayana kadar suşi yenilebilen en iyi ve en yakın durak Sofya olabilir. Restoran zinciri Happy çok popüler. Bizdeki NumNum veya Kırıntı benzeri bir yer, ama bu iki restoranda 150-190 TL hesap ödeyeceğiniz bir tıkınma seansı Happy’de en fazla 90-100 TL tutuyor. 

Paradise Center AVM’nin içindeki Sasa (güvenlik kontrolünden geçmeden AVM’ye girmek tuhaf bir his) bir nevi Asya mutfağı fabrikası. Hem muazzam büyük hem suşi çeşidi çok hem de acayip hesaplı. Tuzlu olan tek şey yemekleri.

Alkollü içeceklerin ucuzluğu da doğru. İstanbul’da 30-40 TL civarı olan Mojito, Margarita gibi süslü içkiler bile 10-12 TL’ya içilebiliyor. 

Menüdeki resimlere kanmamak lazım. Özellikle kafelerde afili resimlere kanıp ısmarladığınız içecekler hem porsiyon hem lezzet hem de görünüm açısından alakasız bir şey gelebiliyor.
Bir lokantada İngilizce menü yoksa uğraşmamak gerekiyor. Geleneksel yemekleri tatmak için yerel bir lokantaya girdik. Suratımıza bakan olmadığı gibi, hoş geldin bile demeden önümüze Bulgarca menü fırlattılar. 

Her küçük lokanta böyle suratsız demek istemem. Taze ev yemeklerinden seçtiklerimizi gün tabağı gibi ikram eden başka bir lokantada birkaç levamız çıkışmadı, Euro veya kart teklif ettik istemediler ama tam bir esnaf güleryüzlülüğüyle “hiç sorun değil, afiyet olsun,” dediler. 

Neredeyse her köşe başında satılan takoz kalınlığındaki dilim pizzalar popüler ama görüntüsü korkunç. Tok karnınayken üzerine ketçap ve mayonez sıktıklarını görmek insanın midesini ağzına getiriyor. Onlar da İtalyan isimli mağazalara sarmış durumda ama henüz ince hamurlu pizzaya sıra gelmemiş.

Erkekler vücut geliştirmeye takmış. Hayatımda bu kadar çok pazulu, koca memeli ve Hulk kılıklı adamı birarada görmemiştim. O yönde fetişi olan varsa cennet, ama fazla hayallere kapılmamak lazım, pek dudaktan öpecek tiplere benzemiyorlar. 

Tramvay ve otobüs biletleri binince şoförden alınabiliyor. Metro duraklarından günlük bilet almak daha hesaplı. Tramvaylarda şoför mahalinin arkasındaki gri metal kutuya bozuk para atıp bilet alınabiliyormuş (bunu da son gün öğrendim). 

OK Taksilerin daha güvenli olduğu palavra. Taksici her yerde ve her koşulda taksicidir. İlk gün bindiğimiz taksi OK'di ve ilk kazıklayan da o oldu. 5 levalık mesafeye 16 leva ödedik. Kazıklandığınızı aynı mesafeyi başka taksiyle geri dönünce anlıyorsunuz. En iyisi kaldığınız otele veya sorabileceğiniz herhangi bir yere "şuraya taksiyle gitmek kaç leva tutar" diye sormak ve tahmini rakamı bilmek.

Son olarak, Sofya'ya 2 gün yetiyor.

Popüler Yayınlar