Göldeki Yabancı / L'inconnu du lac (2013)
Katil cinayet mahaline mutlaka geri döner, buradaysa ilk
geri dönen görgü tanığı oluyor. Franck bir gün önce bir avuç erkeğin çarka
çıktığı korulukta el ayak çekilmişken şahit olduğu olayın asıl nedenini merak
ettiği için geri dönmüyor, bir dedektiflik macerasına giriştiğini söylemek çok
güç. Olayın failini zaten biliyor, ama bu bilgi onu ürkütmek yerine daha da heyecanlandırıyor.
Günlük rutini kanıksayıp sıkıldığı için tam ayağını kesmek üzereyken yaşadığı bu
tanıklık plajın cinsel gerilimini tazeliyor. Aseksüel Hitchcock-vari
tanımlaması yerine, Lynch-vari tabiri bu gerilime daha çok yakışıyor sanki.
Cinsel serbestlik ve hareketlilik arttıkça cinsel hazzın
giderek daha riskli ilişkilerde aranması, hatta kendini yıpratma / yok etme
eğilimiyle örtüşerek bir yaşam biçimi olarak benimsenmesi, son yıllarda özellikle
gey erkekler arasında çağımızın en kaygı verici eğilimlerinden biri olarak
addediliyor; psikolojik anlamda belki de AIDS’in kendisinden bile daha yıkıcı
bir etkiye sahip olduğu düşünülüyor.
Yönetmen Alain Guiraudie’nin temel çıkış noktası bu kaygı
gibi gözüküyor. Gey yaşam biçimindeki özgürlüğün ve kuralsızlığın nasıl olup da
belli bir noktada, bir tür öze dönük şiddet eğilimine evrildiğini çözemiyor, çözmesi
de gerekmiyor gerçi, ama bu açmazı betimleme üslubuyla seyircisini sağlam
yakalıyor. Kişisel bakıma meraklı erkekler ne zaman kişisel yıkıma bu denli
düşkün hale geldiler? Filme ağırlığını koyan en temel soru bu.
Örneğin heyecan yitimini, rutinleşmeyi benzer sahneleri hep
aynı kamera açısıyla ve hep aynı kurguyla vererek yaratıyor önce. Arabayı park
ediş, otopark alanından koruya geçiş, korudan plaja iniş, hep aynı açılarla
birçok kez tekrarlanıyor. ‘Bugün etrafta kim var kim yok’ mealinde çark alanına
hızlıca göz atmanın bile kamera dilinde muadili bulunuyor.
Müdavimlerin hep aynı yerlerde, hep aynı pozisyonlarda
bulunması da Franck’in muzdarip olduğu tekdüzeliği pekiştirmenin bir yolu, beri
yandan çok da gerçekçi. Tıpkı her gün ısrarla sıcak ortamlara dahil olmaya
çalışan, hep dışlanan, beyaz şortunu her seferinde dizlerinden kaldırıp süklüm
püklüm uzaklaşmak zorunda kalan ama sonunda er geç muradına eren lubunya
tiplemesinin de ihmal edilmeyişi kadar gerçekçi, bir o kadar tekdüze.
Kapalı-Açık |
Uzak bir noktada kimselere ilişmeden oturan Henri’yle
tanışma anı da Franck’in bariz heyecan arayışını gösteren kilit sahnelerden
biri. Henri’nin tamamen giyinik olması Franck’in ilgisini çekiyor. Oysa
Henri’nin beden dili ‘kapalı’ olduğunu söylüyor. Henri’nin çoğu zaman kollarını
gövdesine sararak savunma pozisyonunda oturması da muhtemelen Franck için
heyecan verici bir meydan okuma. Henri’nin diğer ‘rahatlamış’ erkekler gibi
sere serpe oturması için biraz zaman geçmesi, Franck’e ısınması, hatta
yüreğinin titremesi gerekiyor.
Yine bu ilk tanışma anında Henri’yle Franck arasında acayip
bir yayın balığı muhabbeti geçiyor. “Göldeki yayın balıklarından korkmuyor
musun?” diyor Henri. Franck korkmuyormuş. Ardından yayın balığı dört metre mi
beş metre mi muhabbeti başlıyor. Henri’nin dilinde penis korkusunun dışavurumu
belki, Franck’in dilindeki karşılığı ise ‘seninki kaç santim?’... “Dört metreyle beş metre arasında fark yok,”
diyor Henri, “öyle bir şeyle muhatap olmak istemem.”
Gelgelelim Franck’i Henri’ye çeken şey belki de giyinik
olmasının verdiği meydan okuma bile değil, Henri’nin derinlerinde sakladığı
‘ölme arzusu’ veya tükenmişlik. Franck kim bilir kaçıncı buluşmalarında ona
‘daha gençsin’ dediğinde, bu yüzden yüzü aydınlanıyor balamoz Henri’nin.
Franck’in güvenli seks alışkanlığı yok. Tanık olduğumuz ilk
koru macerasında heyecanını öldüren şey karşısındakinin ‘prezarvatifsiz mi
ağzına alacaksın?’ diyerek onu yadırgaması oluyor. Haliyle kaput tartışması
yine uzuyor, keyifler kaçıyor. Yönetmenin yapım sürecine dair aktardığı ayrıntı
bu bakımdan ayrıca ilginç, çünkü korunmasız seksin Franck karakterinin
motivasyonu açısından önemli bir gösterge olduğunu da ispatlıyor. Yönetmen, ilk
başta Franck’in Michel’le korunmasız anal seks yaptığını da açıkça göstermek
istemiş, ancak seks sahnelerindeki dublörler prezarvatifsiz çekime yanaşmayınca
sahneyi tümden rafa kaldırmış.
Grafik seks sahnelerine rağmen Guiraudie’nin seyircisini şok
etmeye çalıştığı söylenemez. Sadece tutarlı davranıyor, kamerasını çıplaklar
kampına mayoyla giren ve hiç soyunmayan birinin samimiyetsizliğine, daha
doğrusu utangaçlığına mahkum etmiyor. Söz konusu sahnelerin estetize etmeye
uğraşmadan çekilmiş olması, en başta doğallığı nedeniyle kendiliğinden tabu
yıkıcı. Filmde asıl şok edici olan, insanların öldürüldüğü sahneler.
Çıplaklar kampı ortamından rahatlıkla hafif bir komedi de
çıkabilir, belki romantik komedi,
ama Guiraudie genellikle eğlence yeri görülen çark
mekanlarının barındırdığı ürkütücü potansiyele dikkat çekiyor. Onun bu endişesini
yansıtan iki karakter var filmde; biri kampta ısrarla ‘azgın karı’ arayan ne
idüğü belirsiz agresif bir herif, arada sırada geylere “ne bakıyon lan!” diye
çıkışıyor; diğeri de cesedin bulunmasından sonra kampta müdavimleri ayaküstü
sorguya çeken polis müfettişi.
Müfettiş Damrod filme mizah öğesi de katıyor aslında.
Çalıların arasından aniden belirip ‘hımm, söyleyin bakalım beyler’ diye sorguya
başlaması, sonra da ‘buyrun devam edin’ diyerek ortamı terk etmesi, pek komik.
Yalnız bu Damrod beyfendi, belli ki kül yutmaz, hatta belli ki jargona da
hakim, çok isabetli sorular soruyor. Normal koşullarda lubunyaların ‘sen beni
yargılıyor musun?’ diye şırlayabileceği sorular, ama o kadar haklı ki Franck
bile gık çıkaramıyor.
“Aranızda homofobik bir seri katil dolaşıyor olabilir, ama siz
keyfinize devam ediyorsunuz,” diyor mesela müfettiş. “Nasıl insanlarsınız ki
ölen kişinin arabası, havlusu dört gün boyunca ortada kalıyor da hiçbiriniz
farketmiyorsunuz.” Dahası da var; “Hadi telefonunu, adresini, plakasını boş
verdim, zamanın nasıl geçtiğini unutturan bir erkeğin adını bile öğrenmez mi
insan?”
Guiraudie gey ortamlarındaki umursamazlığı belki de 90’lardan bu yana ilk kez bu denli kötümser bir bakış açısıyla ele alıyor. Sırf ‘bu
ortamlar tehlikeli’ duyurusu yapmakla meşgul olsaydı, onu kötü niyetlilikle
suçlayabilirdik. Şükür ki bir zamanlar aynı amaçla yola çıkan ama içgörü
yoksunluğundan feleğini şaşıran William Friedkin’in Devriye’de yaptığı hatalara
düşmüyor. Tümüyle cinsel kodlarla hareket edilen çark mekanlarında nezaketin
elden bırakılmadığına, yerleşik bir adabın varlığına dikkat çeken ve buraların aslında
çok zararsız, sakin ortamlar olduğunu vurgulayan isabetli saptamaları var. Kendisi
daha ziyade ‘tehlikeyi göze almanın’ rehavetiyle ilgileniyor. Önyargılar
yüzünden yeterince riske maruz kalan LGBT bireylerin cinsel hazzın tepesine bir
de Demokles’in kılıcını asmalarına itiraz ediyor, bunu yadırgıyor sanki. Damrod’un
dediği gibi, “Keyif sizin, istediğinizi yapın, ama bu kadar aymazlık şart
değil.”
Michel’in işlediği cinayeti açıkça bildiği anlaşıldıktan
sonra bile Franck’in onunla birlikte yine geç bir vakit göle yüzmeye girdiği
sahne de kilit niteliğinde. Birbirlerine güvenip güvenmeyeceklerini tehlikeli
biçimde son kez sınadıkları bir an bu. Franck’in bir tek intihar dürtüsüyle bağdaştırılabilecek
eğilimini pekiştiren bir doruk ânı.
Tıpkı ilk sevişmelerinde boşalmayan Michel’in doruk anında
asılı kalması gibi, Franck’in orman karanlığında kaldığı bir kapanış sahnesiyle
asılı kalıyor film. Önce korkarak sesleniyor Michel’in adını, sonra giderek daha
istekli, yüksek sesle. Sesinde aşk uğruna ölme isteği de var, heyecanı yaşama
isteği de, merak da. Olmayan tek şey aydınlık. Yaşama zevkine odaklı olmayan
her şey gibi.
* Film 33. İstanbul Film Festivali bünyesinde gösterildi.