BATAN GEMİNİN KULLARI
Irwin Allen’ın öncelikli niyeti felaket filmleri
furyasını ateşlemek değil, görkemli sinemayı canlandırmaktı. The Poseidon
Adventure / Poseidon’dan Kaçış (1972) her ikisini de başarırken zamanla bir nostalji
nesnesine de dönüştü. Sizi sinema tarihinin en zorlu setlerinden birine ve
perde arkasını eşelemeye davet ediyorum. Can yelekleri koltuğunuzun
altında...
Televizyon dizilerinin setlerinde sürekli “Bana daha
fazlasını verin, daha büyüğünü getirin, daha, daha, daha” diye haykıran,
dönemin en başarılı TV yapımcısı Irwin Allen için 70’lerin başı kâbus yılları sayılabilirdi; çünkü seyirciler o dönemde The Gradute, Easy Rider
ve Five Easy Pieces gibi daha küçük ve etkili filmlerden hoşlanıyorlardı. TV olanaklarını
yeterince tatminkâr bulmayan Allen'ın gözü ise yükseklerdeydi. Şöhretini
pekiştiren bazı diziler (Land of the Giants, Lost in Space v.s.) tıkanma
noktasına yaklaşmıştı, nitekim bazıları da havada kalan finallerle
uğurlanıyordu. (Çok sonradan buna, başarısız diziler için günümüzde de
kullanılan, Gilligan Sendromu adı verilecekti.) Allen, taleplerine uygun bir
kaynak öykü bulur bulmaz ilk göz ağrısı sinemaya geçmeye, bu rehavete bir son
vermeye kararlıydı. Bu yüzden Paul Gallico’nun kötü bir deniz seyahati
deneyiminden esinlenerek yazdığı “The Poseidon Adventure” adlı kitabına
rastladığında çölde vaha bulan bir seyyahın sevinciyle havalara uçmuştu. Bu
roman Allen’ın “Walter Meade Sendromu”
diye adlandırdığı öykü anlayışına da cuk oturuyordu. Yani sıradan bir kahramanı
beklenmedik ve zorlayıcı bir olayın göbeğine yerleştiriyor, durumu içinden
çıkılmaz hale dönüştürüyordu.
Gelgelelim, 20th Fox stüdyosunun maliye bakanları
onunla aynı sevinci paylaşmıyorlardı. Gidişattan şikayetçi değillerdi ki. Düşük
bütçeli filmlerle iyi para kazanıyorlar, saygınlıkları artıyordu. Seyirci
beklentisi de o yöndeyken riske girmenin ne alemi vardı? Filmin aksiyon
sahnelerinin resimli taslaklarını [storyboard] hazırlamış halde toplantılara
giren Allen’a tam 2 yıl boyunca hep aynı cümleyi sarfetmişlerdi: “Irvin, bu filmi
çekemezsin!” Hem de ilk yazılan senaryonun tedavisi, dönemin en başarılı
edebiyat uyarlamacısı ve senaryo doktoru Stirlig Silliphant’a emanet edilmesine rağmen. Silliphant fevkalade meşgul bir senaristti ve en
az üç asistanla çalışıyordu. Hünerli ellerinin Poseidon’daki etkisi, Wendell
Mayes’in sırf aksiyondan ibaret ilk senaryosuna karakter derinliği
katmasıyla kendini göstermişti.
Yılmayan ve sonunda muratlarına eren proje
mimarlarının ortak kaderini paylaşabilmek için, Allen, iki yıllık pazarlık
sürecinde talep ettiği 5.1 milyon dolarlık bütçenin yarısını kendi cebinden
koyarsa filmi çekebileceği şartını kabul etmişti. Film sektörüyle doğrudan
bağlantılı olmayan kişilerden pay haklı borç almak zorunda da kalmıştı. Sonunda en kârlı çıkanlar arasında alacaklıları da bulunacaktı ki yeşil ışık
yakıldığında stüdyo o kişilerden tümüyle bihaberdi.
Allen hevesliydi ama bir yandan da “Bu benim hem
kâbus hem de rüya projem” diyordu. Kâbus projesiydi; çünkü ters yüz olmuş bir
geminin iç mekanının görsel betimlemesi gerekiyordu. Rüya projesiydi; çünkü bu
çapta bir hikayeyi gerçekleştirme fırsatı insanın karşısına sinema kariyerinde
sadece bir kez çıkabilirdi.
Neyse ki Poseidon’un akıbetine benzer bir felaket
yaşadıktan sonra Long Beach / Kaliforniya’daki bir limana demirlenen ve 100
milyon dolar harcanarak onarıldıktan sonra turistik tesise dönüştürülen Queen
Mary gemisi onları beklemekteydi. Poseidon’u sıfırdan inşa etmektense, açılış
sahnesinde olduğu gibi Mary’i set olarak kullanmak elbette ki maliyeti
azaltıyordu; ancak filmin çekildiği dönemde işlek bir tesis olduğundan yine de
çok ucuz bir set değildi bu. Asıl büyük faydası ise, geminin ters dönmüş halini
canlandırmaya çalışan set tasarımcısı William Creber’e dokunacaktı. Mary’nin
gayet iyi korunmuş iç kroki planları, Poseidon’un tepetakla dekorlarının nasıl
görünmesi gerektiğine dair Creber’a hayli fikir vermiş ve can pazarının cereyan
edeceği güzergahın gerçekçi biçimde tasarlanmasını sağlamıştı.
BÜYÜNÜN BAŞLADIĞI YER
Çekimlerine 4 Nisan 1972’de başlanan Poseidon sinema
tarihinin en zor setlerinden birine ev sahipliği yapacaktı. Allen’ın bunu
öngörmesi için kahin olmasına gerek yoktu. Birinci önceliği güvenlikti. Görüşmelerde “film büyüsünün asıl başladığı yer” diye tanımladığı, 9 metrelik
sahnenin 30 derece açıyla yatırıldığı Yeni Yıl partisi setinde
koordinatörlerini şöyle sıkıştırmıştı: “Hiç kimse tehlikede olmayacak. On
milyonda bir ihtimal bile istemiyorum.” Allen’ın bu kadar sıkıştırmasının haklı
gerekçeleri vardı elbette. Başrol oyuncuları, gerçekçi bir karakter gelişimi
göstermeleri için kronolojik sırayla çekilecek sahnelerde tehlikeli kısımları
da dublörsüz oynayacaklardı.
Bu durum, günümüzdeki yönetmen anlayışıyla
kıyaslandığında, setteki iktidar çatışması kadar tehlikeli sayılmayabilir.
Yönetmen koltuğunda Ronald Neame olsa da Allen sette yönetmen gibi davranıyor,
hatta müdahaleci tavrı aksiyon sahnelerinde iyice baskın çıkıyordu. Bu
beklenmedik bir durum değildi. Bir tür “çift yönetmen” dayanışması yapacakları
en başından belliydi. Ancak bu dayanışmanın çatışmaya dönüştüğü anlar da vardı.
Bu da en çok oyuncu yönetiminin öne çıktığı dramatik sahnelerde patlak
veriyordu. Neame, diyalog ağırlıklı sahnelerde storyboard istemiyor, Irwin ise
çekim öncesinde duvarları taslaklarla kaplı odasında toplantılar yaparak sette
söz sahibi olduğunu anımsatmaya çalışıyordu. Neame, oyuncuların ürettikleri de
dahil olmak üzere yapıcı fikirlere açık bir yönetmen olsa da, kimi zaman
“Çenenizi kapayıp beni dinleyecek misiniz?” diyerek püskürüyordu. Hem de
taşıdığına inandığı İngiliz kibarlığına rağmen.
Madem ki
tehlikeli sahnelerden sözü açtık, konuyu tekrar oraya bağlayalım. Yönetmenin
bir hassas noktası daha vardı. Hackman gibi hırslı oyuncuların “dublör istemem,
kendim yaparım” diye tutturduğu bir set ortamının yarattığı ilave riskleri
“Bizzat yapamayacağım hiçbir şeyi oyuncularımdan bekleyemem” diyerek, tüm
tehlikeli sahneleri önce kendisi oynayarak dengelemekteydi. Örneğin, Yeni Yıl
balo salonundaki çam ağacına tırmanma sahnesi bunlardan biriydi.
Teknisyen
yönü daha ağır basan Neame, gerilimin yaratılması ve sahnelerin gerçeğe
dökülmesi hususlarında da öne çıkıyordu. Geliştirdiği yaratıcı kamera
tekniklerinin Poseidon’u ölümsüzleştiren sahnelere tartışılmaz bir etkisi vardır;
ama kimi aksilikleri de beraberinde getirir. Örneğin suya gömülen koridor
sahnesi için geliştirdiği platform ilk başta çok iyi çalışır. Kamera platformun
en ucundadır. Hackman ve çocuk oyuncu Shea, yukarıya [kameraya doğru]
koşarlarken alt uç yavaşça suya gömülür. Ne var ki sahnenin sonunda mekanizma
durmaksızın batmaya devam eder ve kameraman tüm teçhizatla birlikte suya
gömülür.
Gerilimi
tırmandırmak için “kahramanlar suyun hep bir adım önünde, ama sadece bir adım, daha fazla değil” düsturunu geliştiren de bizzat Neame olur. Frank (Hackman) ve
Mike’ın (Borgnine) film boyunca didişmesi de onun kattığı gerilim öğelerinden
biridir. Birlikte hareket etseler seyirciye pek fazla anlam ifade etmeyecektir
çünkü. Keza, Frank karakterinin neredeyse tacize varacak benmerkezci bir
tavır sergilemesi, yönetmenin “Tanrı bireylerle ilgilenmeyecek kadar meşgul,
kendi başımızın çaresine bakmalıyız,” diyerek özetlediği hayat felsefesinin bir
uzantısıydı. Gariptir ki, karakterlerin altını doldurmak için çaba göstermesine
rağmen, oyuncu yönetiminde pek de titiz davranmamıştı. Abartıya kaçtıklarını
düşündüğü sahnelerde bile onlara karışmadı. Eleştirmenlerin filmi topa tutma
sebeplerinden biri olacaktı bu. Yıllar sonra “şimdi olsa karışırdım,” türünden
pek hazin demeçler de verecekti.
Oyuncular, 14 haftalık çekimlerin 10 haftasını isle
lekelenmiş aynı sırılsıklam kıyafetler içinde geçirir, çifte yönetmenlerinin
güvenlik önlemlerine rağmen berelenmekten kurtulamazlarken, ters yüz edilmiş
bir setin büyük sıkıntılarını farklı biçimde deneyimleyen başkaları da vardı.
Mesela, görüntü yönetmeni Harold E. Stine,
normal bir sette gözü kapalı yaptığı bir işin üstesinden gelemiyordu.
Işıkları yerleştirebileceği yerler burada yoktu. Sütunlar bazen imdadına
yetişiyordu gerçi. Birçok ışık o sütunların arkasına saklanmıştı. Ancak
tepetakla olmuş bir gemide ışığın zeminden gelmesi gerektiği için artalan
ışığını [backlight] kullanamamak onu zorlamıştı. Çoğu sahnede aydınlatmanın
yetersiz kalması, dramatik etkinin ışığa bağlı olduğu bazı sahnelerde
dezavantaja dönüşmüş, örneğin hiçbir ışık kaynağının olmadığı kaptan köşkündeki
gece çekimlerinde akla karayı seçmişlerdi. Bu bakımdan Poseidon’un çok karanlık
bir film olmasında, dijital hilelere başvurulamamasının ve anormal bir set
ortamında çalışılmasının etkisi büyüktür.
Bugün bakıldığında film o kadar da görkemli
görünmez. Özellikle de Allen’ın çıkış noktası düşünüldüğünde. Günümüzün
“heyecan fırtınası” kurallarıyla kıyaslanınca alabildiğine ağır kanlı bir film
bile sayılabilir. 2005 itibarıyla hayatta olan yönetmen Neame, bir söyleşisinde
filmi 9 yaşındayken 15 kere izleyen ve o günden beri de düzenli aralıklarla anı
tazeleyen Poseidon hayranlarından coşkulu mektuplar aldığını söylüyor ve bu
duygusal bağa anlam vermekte zorlanıyordu. Çocukluk anılarıyla şekillenen
sinema sevgisi bir filmi nesilden nesile aktarılan bir deneyime dönüştürmeye
muktedir. Poseidon ise o tür filmlerin en talihlilerinden biri. Gerçekten de dönem koşullarına göre alınan
ağır riskler, bir filmi zamana karşı dirençli kılan kimi unsurların el
çabukluğuna kurban gitmesine yol açsa da (örneğin finalde yer alması gereken,
gemilerle çevrili batık Poseidon sahnesi, para tükendiği için eğreti görünümlü
helikopter sahnesiyle değiştirilir) hedef kitlesi olan 10-15 yaş grubu izleyicilerini
avucuna almayı başarmıştı. Sonuçta 100 milyon dolarlık hasılatla tarihin en
kârlı yapımlarından birine dönüşmüş ve sinema tarihçilerince pek de saygıyla
anılmayan felaket filmleri furyasını başlatan film olarak damgalanmıştı.
Ancak yıllar geçtikçe, ilgi çekici öyküsüne rağmen,
aynı yaş grubuna dahil şimdiki çocukların, filmi “hatır süresi dolmak üzere
olan 40 yıllık kahve”lerden biri olarak görme ihtimali giderek artıyor.
Poseidon’un yeniden çevrimler geleneğinden nasibini alması, bu yüzden boşuna
değil.
SULU EZİYET
Balo salonu seti yaklaşık 45
saniyede, en fazla bir metre derinlikte suyla dolacak biçimde kurulmuştu. Bir
patlamayla çekime başlanmış ve basınçlı havayla çalışan, her biri 300 galonluk
altı su varili 125 talihsiz oyuncunun üzerine su püskürtmeye başlamıştı. Bu
darbe yeterli değilmiş gibi, aynı anda yüksek basınçlı üç pompa daha devreye
girmiş ve dakikada 4000 galon suyu sete boca etmeye başlamıştı. Allen, buna
“büyünün başladığı an” diyordu, oyuncular için tek anlamı eziyet olabilirdi
ancak.
DUMAN DEĞİL SICAK
Hackman, suyla dolan balo
sahnesini müteakip, önlerindeki rotayı kolaçan etmek için mutfağı geçmeye
çalışırken ceketini sallıyor, ama ortada duman yok. İlk kez izleyenlerin hep
film hatası olarak algıladığı bu sahne aslında hatalı değil; çünkü Hackman,
ceketini sallayarak sıcağı savuşturmaya ve serinlemeye çalışıyor, rol de
yapmıyor. O sırada set gerçekten çok sıcakmış, bu da onun doğal
tepkisiymiş.
* Bu makale 2006 yılında Film+ dergisinde yayımlanmıştır. Yazıdaki bilgilerin büyük bölümü filmin koleksiyon baskısında yer alan belgesellere ve sesli yorumlara dayanmaktadır.