Eleştiri - Star Trek: Bilinmeze Doğru / Into Darkness (2013)
Türkiye sinemaları için Uzay Yolu bir zamanlar sadece
demodeydi, geçmişin artık rağbet görmeyen bir kalıntısı. Bu ayrıntı birçok
bakımdan ironik, çünkü seriyi 2009 yılında tazelemek amacıyla yola çıkan Paramount
öykünün çekirdeğine yine Khan’ın intikamını yerleştiriyor, eskiyi yad etmek
yerine bu kez tüm yönleriyle geçmişe bağlı kalmış bir halka daha ekliyor. Bir
serinin tüm görkemiyle tekrar ayağa kalkışına henüz sevinmişken, ikinci hamlede
neredeyse her şeyin, bütün o tazeleme girişimlerinin yorgunluk belirtilerine
toslamak pek hayra alamet değil.
Kirk’ün çocukluğuna kadar inen bir önceki heyecan verici filme
kıyasla burada karakterleri zenginleştiren neredeyse hiçbir ayrıntı bulunmuyor.
Kirk’e bir baba gibi kanat geren Kumandan Pike’ın (Greenwood) hafızası bu kez
en fazla dört yıl önceki bar kavgasına kadar uzanabiliyor. Oysa seyirciye zaten
bildiği ve tazeden anımsadığı bir şeyi tekrar etmenin lüzumu yok. Daha kötüsü,
Kirk’ün hâlâ bir dallamanın teki gibi davranması. Hâlâ gözünü karartarak riskli
kararlar veriyor, mürettebatını tehlikeye atıyor, karşısındakini asla
dinlemiyor, sürekli savunma halinde vesaire. Bu tez canlılık önceki hikayede
çalışmışken burada usandırıyor. Kirk sanki tüm o riskli kararları fedakarlık,
kahramanlık yapabileceği ortamlar uğruna veriyormuş gibi görünüyor. Sahi,
Kirk’ün kaçıncı filmde ayaklarının yere basması planlanıyor acaba? Üçüncüde?
Beşincide? Star Trek söz konusuyken herhalde bu kadar uzun vadeli düşünülmüyordur.
Geçmiş yıllarda Star Trek’in sinema maceralarının tümüyle rafa kaldırılmaktan
hep kılpayı döndüğünü anımsıyoruz çünkü.
Keza Spock’un ırksal niteliklerini karaktere yönelik bir
tacize dönüştürmek de seriyi ileri götürmüyor. Federasyonun bu çiçeği burnunda
mürettebatı henüz deneyimsiz sayılabilir, ama bir Vulkan’ın nasıl davrandığını
hâlâ kabullenemiyor oluşları, duygudan yoksun kararlar vermesini eleştirmeleri,
hatta bunu her fırsatta Spock’un kafasına kakmaları, filme zaman zaman mizah
öğesi katsa bile bir zenginlik getirmiyor. Spock’u çok riskli bir operasyon
sırasında Uhura’yla ‘geçimsiz çift’ kavgasına bile karıştırıyorlar, hatta onu
illa ki ağlatıyor, böğürtüyorlar da. Spock ile Kirk arasındaki sarsılmaz bağı
iyi anlatmak için klasik filmler ve dizi gözyaşına hiç bel bağlamamıştı
halbuki. Onu yenilemek öfke çığlıkları attırmaktan mı ibaret kaldı, bu kadar
çabuk? Hem daha ikinci filmde ana karakterlerden hiçbirinin ölmeyeceğini bal
gibi biliyorsak, onca tantanaya ne gerek var? Beri yandan, serinin bilimsel
gerçeklere bağlılığını çok önemseyen bir kitlenin “ölümcül radyasyon seviyeli
bölmede süper kahramanlık” kısmını kolayca hazmetmesi mümkün değil.
Ayrıca orijinal Spock daha kaç kez çıkıp hikayenin önceki
filmlerden birini temel aldığını böyle gözümüze gözümüze sokacak? Serinin
öncesini zerre umursamayan bir seyircinin kafasını karıştırmaktan başka bir işe
yaramıyor üstelik. “Khan’ı daha önce de büyük kayıplar vererek yenmiştik.” Ah,
mersi, 1982’deki filmin sürprizini yumurtladığın için minnettarız.
Atılgan’ı cazip kılan şey onun bir keşif gemisi oluşudur.
Ama burada, federasyona ilk saldırının ardından, hikaye militarizmin gölgesinde
kalıyor. Bu duruma tek isyan eden kişiyse Scotty. “Bu bir keşif gemisi,”
diyerek Kirk’e isabetli biçimde çıkışıyor, “Bunun bir askeri operasyona
dönüşmesine, gemiye torpidolar yerleştirilmesine karşıyım.” Son tahlilde
federasyonun karanlık noktalarına işaret ediliyor ki bu da Star Trek evreni
için pek hayırlı bir hamle sayılmaz.
Atılgan’ın fetiş özelliği, yani perdede boy
göstermesi Türkiye seyircisini bir süre daha oyalar. Ne de olsa 1982’deki
“Khan’ın Gazabı” ülkemizde perdeye yansıyan son Star Trek filmiydi. 1996’daki
“First Contact / İlk Temas”la buzlar kırılana kadar da hayranlar sinema
filmlerini videodan takip etmek zorunda kalmıştı. Kısacası perdede Atılgan
görme hevesimiz henüz diri sayılır. Yapım ekibinin elindeki tek koz bu kez
sadece Atılganmış gibi görünüyor. Bu yüzden filmin tamamı bir dizi “batan gemi felaketi”
senaryosu şeklinde kurgulanmış. Atılgan’ın burada başına gelenler Klingon gemisine
bile reva görülmemiştir. Ardındaki mantık şu: Bir uzay gemisi de olsa gemiyse batabilir.
Filmde Atılgan iki kez batırılıyor, hem başında hem sonunda. En azından burada
bir bütünlük duygusu var. Ama bu Atılgan fetişizmi seriyi daha ne kadar
taşıyabilir, tartışılır. Öykünün tıkanır gibi olduğu her noktada büyük bir
patlama ve yıkım devreye giriyor.
Yönetmen J.J. Abrams’ın biçimsel tercihlerinin bu kez
savunulacak yanı yok. Oyuncularını ve aksiyonu çok yakından takip etmeyi seven
kamerası IMAX 3D formatına hiç uygun değil. Aksiyon sekanslarında perdede olup
biteni anlamak çoğu kez güç ve yorucu. Kamera camında kamaşan malum ışıkların 3D
gözlüklerde yarattığı etki bazen şöyle: Filmi cam siperliği kapatılmış bir
motosiklet kaskıyla izlemek gibi.
Star Trek hâlâ steril. Küfürlerin en yumuşak olanları bile
ağızdan tamamen çıkmıyor. “Holy şşşş” kapının “fışşt” sesiyle üst üste bindiriliyor.
Haydi ama, aklınıza gelen en zekice kurgu numarası bu mu sahiden? Yoksa Turist
Ömer Uzay Yolunda göndermesi mi? Grafik şiddet sahneleri yok, kan yok. Ama
binalar yıkılabilir, gemiler patlayabilir. Çıplaklık? Giyinirken arkanı dön
diyen bir kadına şöyle alttan alttan çabucak bakılsın, yaramaz çocuk ehi ehi
diye gülünsün, pek masum.
Hikayenin aslında iki kötü adamı var. Biri sürpriz, diğeri
malum Benedict Cumberbatch tarafından canlandırılıyor. Khan’ın uyandırılması talihsiz
bir zamana denk geldi. Bugünlerde lafı gediğine koyan, gerçeği çarpıtan, etrafındakileri
kendi çıkarına göre yönlendiren, hedefe ulaşmak uğruna şiddete başvurmaktan ve
masumları katletmekten çekinmeyen bir kötü adamı aman ne karizmatik ne
unutulmaz diyerek göklere çıkarmak insanın hiç içinden gelmiyor, belki başka zaman.
Abrams en iyi bildiği alanda, yani süprizi koruyup
beklenmedik anda seyirciyi şaşırtmakta bile suskun, çünkü hikayenin hiçbir gizemi
yok. Elindeki malzeme belli ki çok yetersiz. Hal böyleyken, onun en vasat
malzemeden ilham alabilecek kadar yaratıcı bir yönetmen olduğu varsayımını
gözden geçirmenin zamanı gelmiş demektir.