Eleştiri: Trans / Trance (2013)
Uyarı: Hikayenin düğüm noktasındaki sorunları irdeleyen bir
eleştiri yazısıdır. Filmi görmediyseniz okumanızı tavsiye etmiyorum. Yine de
merakınıza ket vuramıyorsanız, buyrun...
Filmdeki ünlü Goya tablosu |
Danny Boyle’un yeni filmi, sadece heteroseksüel erkeklerce
izleneceği varsayılarak çekilmiş bir porno filmle aşağı yukarı aynı mantığa
sahip. Kuku var, pipi yok, onun yerine tavada kızaran sosis görüntüleri var. Ve
entrikanın en can alıcı noktası şöyle bir aydınlanma anıyla açıklanıyor: “Ben
kılsız severim, ne sevdiğimi biliyordun, başından beri biliyordun.” Elizabeth bir ön sevişmenin başlangıcında
müsaade isteyerek banyoya girdiği ve içeriden traş makinesinin sesi
duyulduğunda, bunun genital bölge kıllarından arınmış bir kadınlık organı
görüntüsüyle sonuçlanacağına, akabinde de yukarıdaki diyaloğun sarfedileceğine
herhalde yönetmenini çok iyi tanıdığını düşünen hiçbir Boyle hayranı ihtimal
vermemiştir. Her şaşırtıcı hamle zeka göstergesi değildir.
Sahiden, Elizabeth’in Simon’ın hayatına daha önce girip
müdahale ettiği gerçeği başka bir ayrıntıyla açıklanamaz mıydı? Bu soruyu hemen
açmak gerek, yoksa ahlakçı görünebilir. Açıklanamazdı çünkü kadını bir zaaf ve
kötülük timsali olarak gören erkek egemen zihniyet bundan daha çarpıcı bir
metafor akıl edemez. Kırgın ve çarpık bir zihniyet üstelik. Önce filmde yer
alan şu sanat tarihi tartışmasıyla başlayalım. Simon diyor ki, kadınlık organı
kılsızken beden kusursuzdur. Belli bir dönemdeki tabloları örnek gösterip
ekliyor: ‘Sonra biri çıkmış ve genital bölgedeki kılları da tablolalarda
betimlemeye başlamış, her şey berbat olmuş.’ Simon’ın bir tek ‘Tükürürüm ben
öyle sanata’ demediği eksik.
Öykünün finaline yakın ortaya çıkan ikinci dönüm noktası kadına
yönelik şiddeti eleştiriyor, tüm tarafını tek kadın karakterinden yana tutuyor
gibi görünerek küçük bir umut kıvılcımı yakıyor. Simon, daha önceki
karşılaşmalarında Elizabeth’e duyduğu ilgiyi kıskançlığa ve saplantıya
dönüştürmüş. Elizabeth tehlikeyi sezip uzak durmaya çalıştıkça, Simon’ın
‘öldürürüm de kimseye yar etmem’ damarı ortaya çıkıyor. Ah bu erkekler gül gibi
geçinecekler de bir kadın çıkıp hepsini deli divane ediyor ya. Simon Türkiye’de
yaşamadığı için ‘Delirttin lan beni!’ demiyor, ama aynı kapıya çıkan laflar
edip eylemlerde bulunuyor. Bu kırgın ve mazlum erkek tablosunu aklınızda tutun.
Şimdi de o tabloya gerçek bir tablo ekleyin: Goya’nın romantizm kategorisinden
‘Havadaki Cadılar’ tablosunu. Tablodaki başını örtmüş adam gerçeği baskılayan Simon’ı temsil ediyorsa, erkek bedenini didikleyen cadılar kimi temsil
ediyor? Modern vudu büyücüsü Elizabeth elbette.
Hazır tablodan laf açılmışken önemli bir çelişkiye
değinmeli. Entrikanın perdesi açılmazdan önce Elizabeth şöyle diyor: “Mağdur
olan öfkelenir, bense yoluma devam ettim.” Madem öyleydi, Simon’ın zihnine
‘benim için tablo çal’ fikrini neden ekti? Bu haliyle amacı bir intikam
planından farksız. Tabloyu bana getir dedikten sonra ne olmasını bekliyordu?
Elizabeth insanları 5 dakikada transa sokabilecek kadar becerikli ama bir suç
eyleminin sonuçlarını öngöremiyor. İlk Boyle filmi “Mezarını Derin Kaz”daki ezeli
suç psikolojisiyle, ya da suçun domino etkisiyle açıklanabilecek bir durum
değil buradaki. Sanki daha baştan savma, ayrıntılara özensiz, tek bir hedefe
yönelik, o da kırgın erkeğin öfkesini dışa vurmaya. Ayrıntıyı savsaklamanın en bariz göstergesi, Simon’ın bilincini
nasıl yitirip de hastanede gözünü açtığının film boyunca açıklanmaması.
Elizabeth’in diğer çete üyelerini de kukla
gibi oynatması, bir gizem filminin gereği gibi görünse de dramatik dayanakları
olmadığından işlevi 90’lardaki ‘psikopat kadın’ filmlerinden öteye geçmiyor. Öyle
bir ortamda, hele ki etrafındaki herkesi öldürmekle tehdit eden Franck’le
yakınlaşmasının hiçbir açıklaması yok. Bu eylemin tek işlevi düğümü çözmeye
çalışan herkesin, seyirci dahil, zihnini bulandırmak. Elizabeth’in bu kadar
kapsamlı bir plan yapmadığı ortada, ama sarpa saran işleri toparlamaya
çalışıyormuş gibi de görünmüyor. Bir de çalınan tabloyla Simon arasındaki ilintiyi kurduğu zaman ağladığı bir sahne var. Filmin bitiminde o sahneyi bir yere bağlayabilenler bağlayamayanlara anlatır mı lütfen?
Boyle sinemasının birçok karakteristiği yerli yerinde.
Müziği kurguya onun kadar iyi döşeyebilen çok az yönetmen var. Filmin özellikle
ilk 40 dakikası adeta bir nabız gibi atıyor, hatta bazen taşikardi düzeyinde. Entrikayı
bir tür izdüşüme başvurarak açıyor. Örneğin hikayede gerçekliğin en bulanık
hale geldiği noktada, aynı kadrajda iki Simon’a birden yer vermeye,
yansımalarını kullanmaya başlıyor. Tekrar izlendiğinde filmi zenginleştirecek
detaylar yaratmayı ihmal etmiyor. Temelde kayda değer bir zenginliği bulunmayan
bir öyküyü sinema diliyle zenginleştirme gayreti göstermesi bile Boyle’un kıymetini
pekiştirmeye yeter.
Ne var ki onun bu güçlü sinematografisinin en önemli
tamamlayıcısının aynı ölçüde güçlü bir kalem olduğu da bu filmle pekişiyor. “Trans”ın
en zayıf halkası senaryosu çünkü.
* Trans 14 Haziran’da vizyona girdi.