Zaman yolculuğu yapabilen bukalemun

İsmi itibarıyla çevrildiği yıl sıkıcı bir dram zannedilip sıklıkla ıskalanan, belki de afişinde sırf bu yüzden ana karakteriyle hiç örtüşmeyen eli silahlı bir Dustin Hoffman sunan Marathon Man (ülkemizdeki bilinen adıyla Vahşi Koşu) bir nefret suçları öyküsü getiriyor karşımıza. Yarım yüzyılı devirse de pek çok sahnesi ilk günkü gibi aklımızda. En çok da Laurence Olivier’in kanserle mücadele ettiği dönemdeki son büyük rollerinden biri olan Christian Zsell karakteri ve malum işkence sahnesi...  Filmle video döneminde tanışanlar, bu işkence sahnesi yüzünden insanların salonu terk ettiklerine, sahne bitince de geri döndüklerine hiç tanık olmasalar da iz bırakıcı bir filmdi ve hep öyle kaldı.

Bugünlerde kimileri 70’ler sinemasının aşırılıklarını keyifle anımsayıp istismarcılığını göklere çıkarma eğiliminde olsa da, 1976 yılında Marathon Man’in sıradan seyirciye hiç de kolay bir seyir sunmadığını anımsatmak gerek. Sinemanın şu gizemine bakın ki, yönetmen Schlesinger, işkence sahnesini defalarca yeniden kurgulamak zorunda kalmasına, grafik şiddeti göstermememesine rağmen, filmi ilk gördüğüyle kalan çoğu izleyici, bugün hâlâ filmde dişin yakın plandan oyulduğu bir sahnenin varlığını iddia ediyor. Hatta deneme gösterimlerinde filmi “sadistik bok parçası” olarak niteleyenler de çıkmış.

İlhamını, filmin çekildiği yıl sürgün hayatı yaşayan, Ölüm Meleği lakaplı savaş suçlusu Dr. Josef Mengele’den alan diş doktoru Christian Zsell de bir savaş suçlusu (lakabı Beyaz Melek) ancak Mengele’nin aksine bir gün saklandığı yerden çıkmak zorunda kalıyor. Bir korku çağı olarak da anımsanan 70’lerin güvensizlik ortamında, henüz kırk yıl kadar geride kalmış II.Dünya Savaşı’nın dehşet kalıntılarını silebilmek o kadar da kolay olmasa gerek.

Zaten filmde “geçmişle hesaplaşma” önemli bir motif. Hoffman’ın canlandırdığı üniversite öğrencisi Thomas Levy, tez konusu olarak, Amerikan zorbalığını seçmiş mesela. Babasının da dahil olduğu karanlık geçmişi anlamaya çalışırken başka bir zorbalıkla karşılaşıyor. Üstelik kendi kuşağının sadece tarih kitaplarından okuduğu bir kötülüğün son temsilcilerinden biriyle tanışıyor. Nasıl ve niye olduğu ise, filmin çok ince hesaplanıp işlenmiş entrikasında gizli.

Metot oyunculuğunun (rol icabı boğulman gerekiyorsa gerçekten boğul!) en paralayıcı birkaç anını karşımıza getiren ve sırf bu yüzden sette üstad Laurence Olivier tarafından “rol yapsana, daha kolay” diye eleştirilen Hoffman’ı gerçek yaşından yirmi yaş genç bir üniversite öğrencisi olarak kabullenmede bugün de zorluk çektiğimiz pek söylenemez. Uzun mesafe koşulara ilgi duyan ve performansını artırmaya çalışan karakterinin rol modeli bile çok anlamlı. Filmin başında arşiv görüntülerini gördüğümüz, hatta resimleri Levy’nin salaş bekar odasını süsleyen siyah atlet Jesse Owens, ari ırkın zaferine sahne olması istenen 1936 Berlin Olimpiyatları’nda dört altın madalya alan bir sporcuydu. Hitler onun elini sıkmayı reddetmişti. Beri yandan Owens kendi ülkesinde tebrik edilmek için bile Beyaz Saray’a kabul edilmemişti.

Bunun ırkçı nefretle ilişkili bir film olduğunu bu küçük ayrıntıdan sezmek herkes için kolay olmayabilir. Ne var ki filmin daha güçlü bir giriş sahnesi daha var. 60 yaşın üstündeki iki adamın New York sokaklarındaki yol kavgası, birinin Alman diğerinin Yahudi kökenli olduğunun anlaşılması üzerine çığrından çıkıyor. Senarist William Goldman’ın kendi kitabından uyarladığı senaryoda bu komik gibi görünen ama kan dondurucu kavganın asıl entrikaya bağlanış şekli ise kesinlikle hayranlık uyandırıcı. Biraz da nefretin kelebek etkisine ne kadar müsait olduğunu ispatlıyor sanki. Çünkü güvenliğinden kaygı duymaya başlayan Szell, saklandığı delikten bu nefret kökenli kaza nedeniyle çıkıyor. Günümüzün sinsi azınlık öfkesini, tarihsel garezini ne kadar da iyi aktaran bir sahnedir bu. Szell’in, sinema tarihindeki en ünlü ve en akılda kalıcı 100 replikten biri kabul edilen “Güvende mi?" (veya güvenli mi?) repliğinin bile bugünkü güvenlik budalası dünya politikalarıyla örtüşmesi ayrıca ilginç. Zira Szell’in yol açtığı tüm felaketler kendi güvenliğini koruyup paçayı kurtarmak, servet elde etmek uğruna gerçekleşiyor.

Aslına bakılırsa, Szell’in New York hava limanına ilk adım attığında fedailerine sarfettiği ve dönemin toplumsal gerilimini (hatta belki de tüm 70’ler sinemasını) çok iyi özetleyen şu cümleyi de unutulmaz replikler listesine eklemek gerekir: “Amerikalılar Tanrı’nın onlardan yana olduğundan emindiler. Şimdi pek o kadar emin değiller.”

Medyamız 2008'de hayatını kaybeden Roy Scheider’ı ısrarla Jaws’un polis memuru diye anarken bu filmin anımsanmaması aktör adına çok hazindi açıkçası. Scheider, burada kariyerinin en dinamik performansını sergiliyor. Otel odasında geçen nefes kesici boğuşmanın koreografisi de ona ait.

Szell’in Yahudi gettosundaki kuyumcuları dolaşırken yaşlı bir kadın tarafından tanındığı ve neredeyse haber kamerasıyla çekilmiş gibi duran sahneden daha unutulmaz bir şey varsa, o da Hoffman’ın banyosunda kapana kısıldığı sahne olsa gerek. Veya yaya kovalamaca sahneleri dediğimizde pek çok benzeri çekilmesine rağmen yanına hâlâ eş değerini koyamadığımız dört dakikalık “otobanda çıplak firar” sahnesini mi seçmeli? Galiba en iyisi her saniyesinin tadını çıkararak bir klasiği topyekün tanımak en güzeli.

Gerçek bir klasik, zaman yolculuğu yapabilen bir bukalemun gibidir. Hikayesi burada olduğu gibi tümüyle hayal ürünü olsa bile, dünya tarihinin belli bir dönemiyle ilgili önemli ipuçları verir ve onu hangi on yıllık dönemde izlerseniz izleyin yaşadığınız çağa ait birşeyler söyler. Belki de tarihin tekrarlayıcılığından, kim bilir. Marathon Man, bugün benzerine sık rastlanmayan bir gerilim cevheri olmasının yanı sıra, günümüzle mükemmel örtüşen ayrıntılarıyla da asla eskimeyeceğini ispatlıyor.

* Bu yazı 2008'de Empire Türkiye dergisinde yayımlanmıştır. 



Popüler Yayınlar