Korku Cevherleri #5 - Mumya / The Mummy (1932)
Hem bu dünyada hem de öbür dünyada ölüme mahkum edilmiş
Imhotep aslında Universal stüdyosunun korku sineması tarihine mal olmuş en ünlü
iki canavarının melez çocuğudur. Onda ölüme meydan okuyan Frankenstein’ı da
görebilirsiniz, önceki yaşamındaki büyük aşkına binlerce yıl sonra ebediyen
kavuşmak isteyen Dracula’yı da. Dracula’nın kem gözlerinden haç yordamıyla korunan
masumların yerini, burada eski bir Mısır tılsımından medet uman bilim insanları
alır. Aşağı yukarı diğer Universal korku klasikleri gibi, trajedi duygusu ağır
basan bir tutku öyküsüdür aslında.
Keza gazete haberlerinden esinlenerek çekilmiş en eski korku
filmlerinden biridir. Arkeolog Howard Carter’ın yağmalanmış Tutankamon
mezarına 1922’de yaptığı keşif kazısının gazetelerdeki serüveni ta 1929’a kadar
uzanmıştı. Kazıya katılan 14 kişinin esrarengiz ölümüyle tetiklenen lanet
söylentisi o denli popüler hale gelmişti ki nispeten ‘ciddi’ ve ironik
yazılarıyla tanınan Nina Wilcox Putnam’ı bir korku öyküsü yazmaya kadar
itmişti. Mumya’nın ardında Putnam’ın ‘Cagliostro’ adlı öyküsü yatıyor. Ama
nispeten bilimsel açıklamalara sığınan ve daha hain bir baş karakter içeren o
öyküyü bildiğimiz Mumya’ya dönüştüren asıl kişi, ilk senaryosunu kaleme alan
John L. Balderston’dır.
Sonraki onar yıllık dönemlerde sargılar içinde sarsakça
yürüyen mumyalar görünse de, bu filmde benzer bir görüntüye hiç rastlanmaz. Imhotep’in
diriliş anı seyirciye çok az şey gösterir, ama etkisi o denli tüyler
ürperticidir ki çağdaş korkunun yapı taşlarını film gramerine neredeyse
içgüdüsel bir isabetlilikle dizer. Bu tercihte, senaryosunu titizlikle
kurgulayan Balderston kadar, korku sinemasının asıl yaratıcısı olduğunu söyleyebileceğimiz
dışavurumcu Alman film endüstrisinde görüntü yönetmeni olarak çalışmış Karl
Freund’un da payı büyüktür. Freund’un almaşık kurgusu, hikayenin nispeten ağır
kanlı temposuna rağmen, filmi seleflerinden çok daha akıcı ve dinamik bir
yapıta dönüştürür. Freund da en az Karloff kadar kendine hakimdir. Filmi zamanın
aşındırıcı etkisine karşı koruyan natron sıvısının görevini, burada ışık
yerleşimi ve kamera hareketleri üstlenir.
Diri diri gömülme korkusu, tüm korkuların piri olan ölüm korkusu
elbette yine baş roldedir. Ama başka korkular da öne çıkar. “Kızım lanetlendi,
şimdi onun aracılığıyla oğlum da lanetlenecek,” diyaloğu, kulağa eğlenceli
geldiği kadar her tür korkuya tercüman olan, yoruma açık bir zenginlik de içerir. Sahip
olduğu tek kadını yitirmekten korkan erkek de buradadır. Üstelik dönemin kadın
oyuncularından her haliyle ayrılıp sivrilen Zita Johann’ın canlandırdığı Helen,
ironik biçimde filmin tek esas kadın karakteridir.
Doğu mistizminin anlaşılmaz diller, büyüler ve tılsımlarla
bezeli doğaüstü ürkütücülüğü de yerli yerindedir. Sinema tarihçisi Paul Jensen,
doğaüstüyü öykünün orijinalindeki bilimselliğe yeğleyen Balderston’ın bu
yaratıcı tercihinin şaşırtıcı biçimde daha inandırıcı olduğunu, seyircinin de
buna daha kolay inanabildiğini vurgular. Mezarda çürümeden kalmış beden
görüntüsünün 20. yüzyıl insanı üzerinde ilahi bir mucize duygusundan ziyade,
kara büyüyle ilişkilendirilmiş dehşet duygusu uyandırmasından olsa gerek. Dolayısıyla
Mumya, hikayelerde bir süreliğine inandırıcı olmaya gayret eden klasik Amerikan
korku sinemasının yüzünü yeniden doğaüstüye dönüşünü de belgelemektedir. Hani
biraz zorlarsanız, zombi hikayelerine ilham veren kıvılcımı bile görmeniz
mümkün.