BIÇAK SIRTINDA 25 YIL : BLADE RUNNER
İlk gösteriminden sonra itildiği köhne köşede unutulmayı reddedip sessizce büyüyen bir deve dönüşmüş bilimkurgu başyapıtı Bıçak Sırtı / Blade Runner'ı tekrar ziyaret etmek her zaman ufuk açıcı bir deneyim olageldi. Onu bir kez izlemek asla yetmedi. Nasıl ki bilimkurgu tarihinin en çetrefilli öyküsüne geri dönmek her seferinde yeni keşifler sunuyorsa, sinema tarihinin en sancılı yapım öyküsünü yeniden ziyaret etmek ve filmin vaka kayıtlarını eşelemek de aynı ölçüde zengin bir derya getiriyor karşımıza. Bu yazı, öncelikle efsanenin çok az bilinen kamera arkası ayrıntılarına ve filmin ilk kez Blu-ray baskısında karşımıza çıkan Workprint / ham kurgusuna ışık tutmayı hedefliyor.
“Blade Runner’ın büyük ölçekli ve göz kamaştırıcı görselliği
işin iyi tarafını oluşturuyor. Kötü haber ise şu; filmin öyküsü kesinlikle ümitsiz;
gevelemelerle inşa edilmiş, koskoca mantık boşluklarıyla dolu, içler acısı bir
akışa ve karton karakterlere sahip kafa karıştırıcı bir yığından ibaret... Olayları
açıklamak için başvurulan yöntem ise, Deckard’ın Sam Spade tarzındaki anlatıcı
dış sesi. Ne var ki Ford, repliklerini sanki eline tutuşturan bir kağıttan
zorla okuyor. Sesi dümdüz ve ikna edici değil. Açıklamalar ise birkaç şeye
faydalı olsa da, pek çok boşluğu hâlâ kapatamıyor.”
Phil Kloer’in Florida Times-Union gazetesine 29 Ocak 1982’de
yazdığı eleştiriden alıntılanan bu satırlar, kendi zamanında filmin hiçbir
şekilde kıymet görmediğini güzelce özetlese de, bir felaketin ilk
habercilerinden sayılmaz aslında. Blade Runner’ın (bundan sonra BR olarak
anılacak) aldığı zincirleme kötü eleştiriler, test gösterimlerinden itibaren
filmin “anlaşılmazlar” kategorisine mahkum edileceğinin ve adeta harcanacağının
sinyallerini vermişti.
Tuhaf bir durumdu aslında. Bilimkurgu türünde o güne dek
seyirciye benimsetilen genel işlevi (eğlenceli düşlerin iki boyutlu ve
hareketli resimlere dönüştürülmesini) reddeden ve ütopyaları artalan olarak
kullanıp düşünselliği öne çıkaran ilk örnek değildi. Ne de olsa,türün özellikle temel çıkış noktasını teşkil eden edebiyat
alanındaki en makbul, en saygın ve doğallıkla en seyrek uygulamalarına uygun
biçimde felsefeye yakın duran 2001: Uzay Macerası ve THX1138 gibi filmler
yansımıştı perdeye. Ama belki de Yıldız Savaşları’ndaki cafcafın retina
üzerindeki taze etkileri yüzünden, BR, elektronik görüntü tarihinde öncü
konumunu çabucak ilan eden sahnelerle dolu olmasına rağmen, genel bir kabul
duygusu yaratmakta başarılı olamamıştı. Hem de tıpkı Yıldız Savaşları gibi,
kirli ve köhnemiş görünümlü bir uzak gelecek portresi çizmesine rağmen. Dürüstçe
ifade etmek gerekirse, kolay izlenir ve kolay hazmedilir bir film değildi
çünkü.
Deşifre etmek açısından, BR, çekildiği yere yatmaya meyilli
anlamlarla yüklü 2001’den daha berrak bir yol gösterici olsa da, kafaya taktığı
meseleler (varoluş, ölüm, her ikisiyle ayrı niteliklerle alakalı korku ve
tümünü kapsayan yabancılaşma) kollektif belleğin bilinçaltına, özellikle de
gözardı edilen tarafına seslendiği için, olumsuz anlamda kendi kendisinin itici
gücünü ortaya çıkarmıştı. Herhangi bir karesine bakarak, yapım tasarımında
kılın kırk yarıldığını ve sıradışı bir gözün ürünü olduğunu teslim edebilirdiniz.
Bu bakımdan perdeye yansıyan gerçek bir mıknatıstı. Ne var ki bizi içine
soktuğu aynalı odada, eğer o güne dek sormamışsanız, bazı soruları sormaya da
yöneltiyordu ki işte bu da o mıknatısın hem eksi hem de artı tarafıydı. Artı tarafının giderek kuvvetlenmesi ise 25 yıla yayılacaktı.
Hakkında sorular sormayı insan ırkının hem sevip hem
çekindiği, hatta üşendiği konular üzerinde gezinen bir film için şaşırtıcı bir
sonuç değildi kuşkusuz. “Nereden geldik? Nereye gidiyoruz?” gibi artık klişe
kabul edilecek kadar hafiflemiş soruların verdiği muğlak külfeti, varoluşa dair
somut bir yanıt verilmediği sürece çöreklenen korkuyu, diğer adıyla (filmin
hatalı ama gayet yakışan ilk Türkçe adının önerdiği gibi) bıçak sırtındaki yaşamı
simgeleyen bir öyküydü bu.
Cyberpunk’ın doğuşu...
Filmin son kurgusunu göremeden ölen yazar Philip K. Dick, görebildiği
20 dakikadan o kadar heyecanlanmıştı ki “daha önce böylesi yapılmadı, tamamını
görmek için sabırsızlanıyorum,” gibi demeçler vermişti. Ama yaşasaydı kuşkususuz
bu son noktaya, yıllar önce Alien’ın finaline yaptığı gibi, demediğini
bırakmazdı. Dick’in Hollywood’un adalet anlayışıyla barışması mümkün değildi
zaten. “Alien’da yaratık sırf yaratık olduğu için öldü,” diye eleştirmişti.
Senaryo taslağından gördüğü kadarıyla, Batty’nin de sırf replika olduğu için
doğal sebeplerle ölmesine, bu dayatılmış Hollywood ahlakçılığına itirazı vardı.
Phillip K. Dick de bir kediseverdi. |
Açıkçası film üzerinde ortaya çıkan benzersiz öykünün artık onunla
çok az ilgisi vardı. Dick, diyaloglara ağırlık vererek anlattığı gerilimsiz hikayesinde
daha çok çevreci bir BK polisiyesi ortaya çıkarmıştı. Senaristler Hampton
Fancher ve David Peoples ise, öykünün çıkış noktasından hareketle yepyeni bir
öykü yazmışlardı. (Kitaptan birebir alınmış sadece birkaç diyalog ve isim var. Belli bir olay örgüsü yok.) Buna karşın Dick, ölmeden önce, filmin tekrar
romana dönüştürülmesine de şiddetle karşı çıkmıştı. Beri yandan Scott’ın orada
burada “Kitabı okuyamadım, sarmadı,” türünden demeçler vermesine rağmen, yüz
yüze görüşmelerindeki beyefendiliği sayesinde ciddi bir pürüz yaşamamışlardı.
Eğer Dick yaşasaydı, filmin Reagan dönemindeki güç
dengesizliği eleştirisine de cuk oturan bu düşünsel/görsel yapısının, henüz
adının anılmasına en az birkaç sene olan cyberpunk’ın ilk kilometre taşını
sessiz sedasız dikmesine tanıklık etmiş olacaktı. Scott istediği kadar bunun
tamamen tesadüf olduğunu, aslen eğlenceyi amaçladıklarını iddia
etse de tarih tam tersini söylüyor. Neredeyse tüm ömrünü BR’a adamış
araştırmacı yazar ve sinemacı Paul M. Sammon, enfes kitabında cyberpunk’ı
tanımlarken aslında filmi de tanımlıyor: “Tüm o yapay dış görünüşüne rağmen, Cyberpunk,
özünde, ahlaki bir sanattır. İnsanlık dramlarının ne kadar egzotik veya ne
kadar fütüristik bir artalan önünde gerçekleştiğine bakmaksızın, insanlığı
daima etkilemiş ahlaki yol ayrımlarını, kusurları ve uyuşmazlıkları işler.”
Tabii bu hakkını-teslim-edelim tavrının doğabilmesi için
filmin küllerinden adeta yeniden doğması gerekiyordu. 1989 yılına kadar, BR,
Warner Bros. stüdyoları için gişede ölmüş bir filmdi. Cenazesi ise Goldberg mezarlığına kaldırılmıştı (film makaralarının konduğu metal kutuların adından geliyor) .
İdealist sinemacılar dışında hiç kimsenin uğramak istemediği bir mahzene...
Workprint’in keşfi...
Eğer filmin bugünkü başyapıt konumuna itiraz edecek durumda
değilseniz, şükran duymanız gereken kişi Ridley Scott değil. Hemen şaşırmayın. Onun,
filmlerini bitirir bitirmez ilişiğini süratle kestiği ve bir daha karşısına
bile oturmak istemediği biliniyor. Bugün hem sinema tarihi açısından dönüm
noktası hem de filmin yeniden doğduğu yıl kabul edilen 1989’da Scott, Thelma
& Louise’le o kadar meşguldu ki, fi tarihinde kalan bilimkurgusu muhtemelen
aklının ucundan bile geçmiyordu. Aslına bakarsanız Michael Arick’in de
geçmiyordu.
Kariyerine 60’lı yılların yok sanılan stereo kayıtlı film
makaralarıyla ilgili Sight & Sound dergisine yazdığı makalelerle başlayan
Arick, bu makalelerin sektörde ses getirmesi üzerine tüm mesleğini Warner
Stüdyoları bünyesindeki film mahzenlerini araştırıp kayıp makaraların
bulunmasına ve onarılmasına odaklamıştı. 1989 yılı sonlarına doğru
araştırmasında öncelikli hedefi Natalie Wood’un 1962 yapımı müzikali Gypsy’nin
70 mm. Todd-AO kopyalarını bulmaktı. Ama her zamanki gibi, yüzlerce Goldberg
arasında dolaşırken, aklında olmayan başka kayıp cevherlere ulaşabileceği
ihtimalinin de ayırdındaydı. Buna rağmen üzerinde “Technicolor, London, Blade
Runner, 70 mm. print” yazılı bir kutuya rastladığında çok da heyecanlanmadı.
Filmin makus talihinden haberdardı ve heyecanlanması gerekirdi; ancak o dönemde
makinistlerin makaraları stüdyolara geri gönderirken kutuları sıklıkla
karıştırdığını, içlerinden alakasız filmlerin çıktığını da biliyordu. Makaradan
küçük bir kesiti ışığa tutup hızlıca göz atması her şeyi değiştirdi. Artık
nefesi kesilebilirdi; çünkü bu, Dallas ve Denver’daki felaketle sonuçlanan test
gösterimlerinden sonra bir daha seyirci yüzü görmeyen kopya olabilirdi. Makaranın
onarılması için gereken izinlerin alınması ve onarıma başlanması yaklaşık 6 ayı
bulacaktı.
Vangelis |
Ne var ki bu kopyadaki kurgunun neye benzediğini henüz bilen
yoktu. Onarılan 70 mm. kopya, Los Angeles’taki bir film festivalinde kapalı
gişe gösterildi. Salonun ışıkları yandığında herkes birbirine soran gözlerle
bakmaktaydı. Çok iyi bildikleri bir filmdi, ama tamamen farklı görünüyor,
farklı hissettiriyordu. Kurgunun son derece ham görünmesi ve müzik kuşağının
farklılığı (ikinci makaradan itibaren Vangelis’in besteleri değil Terry
Rawlings tarafından derlenmiş bir müzik çalışması yer alıyordu) bile seyircinin
etkilenmesini engellememişti. Mutlu sondan ve anlatıcı dış sesten eser olmaması,
şiddet sahnelerinin daha kanlı görünmesi ve bar sahnelerinde ekstra çıplaklık
olması ise en belirgin farklardı. Peki ama neydi bu?
Bu soruyu sadece yönetmen yanıtlayabilirdi. Scott için özel
bir gösterim ayarlanmıştı ama yönetmen hiç de heyecanlı görünmüyordu. Filmi
neredeyse uyuklayarak seyrettikten sonra duruma açıklık getirdi: “Bu kafamda
canlandırdığım ve seyircilere ulaşmasını istediğim filme en yakın kurguydu,”
diyordu Scott. Ne var ki Dallas’taki test gösteriminden sonra Domestic Cut ve
International Cut olarak anılan değişiklikler yapılmıştı. Bu kopyaya da hiç var
olmamış gibi davranılmıştı. İlginç olan şey ise, yönetmenin ısrarla “Unicorn
sahnesi nerde?” diye sormasıydı. Rüya sahnesinin varlığından çok emindi, ama
makarada öyle bir sahne yoktu.
Scott fazla kayıtsızdı. Aylar sonra Arick’i arayarak bu
kopyayı satın almak istediğini belirtti. Arick afallamıştı. “Bu kadar nadir bir
makarayı size teslim etmek, negatifleri teslim etmek gibi olur, yapamam.” diye yanıt
verse de anlayışla karşılanmıştı. Arrick, masrafın Scott tarafından
karşılanması şartıyla, filmi 35 mm.’ye indirgeyip bir kopyasını kendisine
vermeyi önerse de 50.000 dolarlık fatura yönetmeni yine uzaklaştıracaktı.
Bu arada Warner, bulunan makaranın yeniden gösterime
sokulmasına pek sıcak bakmasa da, filmin onarım masraflarının amorti edilmesine
yetecek kadar hatırlanıp hatırlanmadığını da sınamak istiyordu. Bu yüzden 1991
yılında hem Domestic hem de International Cut tekrar gösterime sokuldu ve
ilginin muazzamlığı herkesi şevklendirdi. Artık Yönetmenin Kurgusu olarak
anılacak çalışmanın önü açılmıştı.
Blade Runner’ı hangi kurgudan izlerseniz izleyin, içeriğinin
gücü ve yapısal özgünlüğü zedelenmiyor. Her kurguda sayısız farklar var.
Bazısı küçük diyalog değişiklikleriyle, bazıları da çok belirgin eklemelerle
kendisini belli ediyor. Beş diskli Blu-ray setinde bilinen en önemli kurguların hepsini
ve elbette dünya üzerinde çok az insanın görebildiği Workprint’i, yani ham
kurguyu da izlemek mümkün. Görünen o ki, Blade Runner’ın yaşlanması ve
emekliye ayrılması söz konusu bile değil.
Ne yazık ki Roy Batty hâlâ
ölümsüzlüğe ulaşamadığını düşünüyor...
Kaynakça: Future Noir – The Making of Blade Runner / Paul M.
Sammon
HANGİ KURGUDA NE DEĞİŞİKLİK VAR?
Hiçbir deli setteki dört kurguyu birden arka arkaya izlemeye
kalkmaz. Ben hariç. Unutmayın, aşağıda listelediğim ayrıntılar, bazı kurgular için sadece
buzdağının görünen ucunu oluşturuyor.
WORKPRINT
-
Açılış jeneriği farklı. Beyaz bir çizgi, bir
kesme efektiyle ekranı bölüyor.
-
Amerikan sözlüğünün 2016 yılı baskısından
alıntılanmış bir metin ekrana giriyor ve Replicant kelimesini açıklıyor.
-
Ekranı kaplayan devasa göz yok.
-
Leon’un Holden’ı vurduğu sahne biraz daha uzun.
-
Finale dek anlatıcı dış ses yok.
-
Yüzbaşı Byrant altıncı replikayı ima eden bir
söz sarf ediyor.
-
Unicorn sahnesi yok.
-
Hokey maskesi takmış iki striptizci dans ederken
görülüyor.
-
Bir gelecek polisi Deckard’a Snake Pit’i gösteriyor.
-
Brion James’in elendiği sahne tamamen farklı.
-
Göz oyma sahnesi daha uzun ve kanlı.
-
Pris/Deckard boğuşması sekiz saniye daha uzun.
-
Batty’nin Deckard’ın parmaklarını kırdığı sahne
diğer tüm kurgulardan farklı...
DOMESTIC CUT
Sadece ABD’de gösterilen kurgu.
-
Baştan sona anlatıcı dış ses ve mutlu son var.
-
Batty’nin eline kramp girdiği sahnede yakın
çekim var.
INTERNATIONAL CUT
En fazla görülen ve bilinen kurgu. 15 saniye ek sahne
içeriyor, bazı sahneler daha sert ve daha kanlı. Şimdi olsaydı Unrated denirdi.
Mutlu sonu ve baştan sona anlatıcı dış sesi içeriyor.
DIRECTOR’S CUT
Dört temel istisna haricinde Domestic Cut’ın aynısı. 1) Hiç
dış ses yok. 2.) Vahşi sahneler törpülenmiş. 3.) Mutlu son yok. 4) Unicorn
sahnesi var.
DECKARD YAPAY İNSAN MI?
Filmi, en azından sinema kurgusunda, kuşatan bu korkunç
şüphe, ta yapım aşamasından beri söz konusuydu ama bu fikirden neredeyse
tiksinmeyen hiç kimse yoktu. Scott, niyeyse görüntü yönetmeninden Ford’un
gözlerine meşum ve kızıl bir parıltının düşürülmesini istiyordu. (Filmde sadece
replikaların gözleri parlıyor.) Ford ise bu sezdirmeye vargücüyle karşı çıkmaktaydı.
Hampton Fancher’a göre bu ima kendiliğinden ortaya çıkmış.
Deckard’ın yapay insan olduğu şüphesiyle sorguya çekildiği kitaptaki bölüme
ithafen bir final sahnesi bile yazmış. (Son sahnede Deckard evine döner, piyano
çalarken eline tıpkı Batty’ninki gibi kramp girer. Sahne kararır. Jenerik akar.)
Seyirciler arasında bugün bile esas kahramanın yapay insan
olduğu fikrinin filmi mahvettiğini, hikayenin ahlaki çatısını darma duman ettiğini
düşünenler var. Buna karşın 1992 tarihli yönetmenin kurgusundaki yanıt,
Scott’ın da onayladığı üzere, son derece kesin. Deckard bir yapay insan.
Üzgünüm.
FİLMİN TÜRKİYE’DEKİ GEÇMİŞİ
Bıçak Sırtı’nın resmi olarak Türk izleyicileriyle ilk kez
buluşması video klüpler döneminde, 80’lerin sonuna doğru gerçekleşti. Kabaca
filmin ABD ve Avrupa gösterimlerinin üzerinden yaklaşık beş altı yıl geçtikten
sonra. Aksiyon vaat eden yanıltıcı kapağı ve Türkçe ismi, filmin ülkemizdeki
kaderini de çok farklı kılmadı. Bıçak Sırtı, sıkıcı, ağır kanlı, karanlık ve
ketum bir film olarak nitelendi.
Yönetmenin kurgusunun gösterime girebilmesi için, bu kurgunun
hayli ses getirmesi ve ününün yayılması beklenmişti. Tam tamına üç yıl kadar. 1995’te
Bıçak Sırtı’nı büyük ekranda, Dolby Stereo ses kuşağıyla ilk kez izledik. (Dick’in
romanı ise Türkçeye ilk kez ertesi yıl çevrildi.) 2000’li yılların ilk
demlerinde yayımlanan DVD’si ise Türkçe altyazı içermemesine ve hayli vasat bir
aktarıma sahip olmasına rağmen, tüm dünyada olduğu gibi, hızla tükendi. Scott’ın
Final Cut üzerinde çalıştığı ve yeni DVD baskısı için projeleri olduğu haberi
duyulduktan sonra bir daha yeni baskısı yapılmadı.
SOUNDTRACK NİÇİN GECİKTİ?
Filmin müziği, dünya tarihinin 20. yüzyılda gördüğü en büyük
müzik dehalarından biri olan Vangelis’in kariyeri açısından da milat
niteliğinde. Ancak orijinal çalışmaya herhangi bir formatta sanatçının resmi
onayıyla ulaşmak tam 12 yıl boyunca mümkün olmamıştı. Bu muammanın gerçek
nedeni hâlâ bilinmiyor. Bazı kaynaklar, Vangelis’in müziğini kuşa çeviren,
kafasına göre kesip yapıştıran Scott’a çok kızdığı için yayın haklarını hiç
kimseye vermediğini iddia ediyor. Beri yandan, daha mantıklı biçimde, çok yoğun
çalışan Vangelis’in eski çalışmasını toparlamak için bir türlü vakit
bulamadığını ve bu yüzden geciktiğini belirten kaynaklar da var.
DENVER / DALLAS FACİASI
Filmin idam fermanını yazan test gösteriminden eleştiriler.
(10 Mart 1982)
-
Takip etmesi ve anlaşılması güç.
-
Şiddeti betimlerken aşırıya kaçıyor.
-
Çok ağır ve ağdalı.
-
Karakterler soğuk.
-
Niye sürekli yağmur yağıyor?
-
Finali tatmin edici değil, çok ani, anlaşılmaz.
* Gösterime katılan 635 izleyicinin sadece %22’si filme “çok
iyi” notu vermişti.
ZAMAN CETVELİ
1968
Philip K. Dick’in kaynak öyküsü Do Androids Dream of
Electric Sheep? / Androidler Elektrikli Koyun Rüyası mı Görür? yayımlandı.
Yazarın tabiriyle “kendi kendimizin düşmanı olduğumuz” bir dönemin çocuğuydu.
1969
Martin Scorsese ve senarist Jay Cocks film uyarlaması için
kısa süreli bir çaba gösterdi. Gereken tahmini bütçeden ürküp vazgeçtiler.
1974
Robert Jaffe’nin yazdığı ilk senaryodan Dick’in tesadüfen
haberi oldu ve ortaya çıkan işten resmen tiksindi. Film düz bir aksiyon olacak
biçimde tasarlanmıştı.
1977
Şimdiki Blade Runner’ı Blade Runner yapan Hampton Fancher
projeyi üstlendi ve senaryo üzerinde bitmek bilmeyen yap-bozlara başladı.
1978
Ridley Scott’ın çok yakın arkadaşı olan ve Deer Hunter /
Avcı’yla ünlenen yapımcı Michael Deeley projeye sahip çıktı.
1979
Android adını taşıyan senaryoya Robert Mulligan el attı.
Senaryonun bu hali Ridley Scott’a götürüldü. Reddedildi.
1980
Ridley Scott, kardeşinin ölüm acısını atlatmak için filmi
yönetmeyi kabul etti.
1981
Dick filmin ilk 20 dakikasını gördü ve adeta afallayarak,
“Metni yazarken kafamda canlandırdığım imgeleri ve atmosferi nereden bildiniz?”
diye sordu.
1982
1 dakika 42 saniyelik ilk fragman 12 Ocak’ta yayımlandı. Bir
yandan da filmdeki maketler başka filmlerde kullanılmasın diye imha
edilmekteydi. 25 Ocak’ta film ABD’de 1.290 salonda gösterime girdi.
1987
Criterion Collection ev seyirliği için filmi ilk kez LBX
Geniş Ekran formatında yayımladı. Laser disk baskısı VHS baskısından birazcık
daha netti.
1989
Eski Sight&Sound yazarı Michael Arick, Warner’ın
mahzenlerinde Gypsy müzikalinin 70mm. kopyalarını ararken Blade Runner’ın kayıp
sanılan ham kurgusuna rastladı.
1990
Los Angeles’ta 70mm. kopyadan yapılan özel gösterimin
biletleri kapışıldı. Hiç beklenmeyen bir başarıydı.
1992
Deckard’ın replika olduğunu açıkça öneren “yönetmenin
kurgusu” gösterime girdi. Aslında “stüdyonun ve yönetmenin barış antlaşması”
idi.
1993
Michael Deeley tarafından, filmin VHS formatında yarım
milyon kaset sattığı açıklandı.
1994
Vangelis imzalı soundtrack çalışması ilk kez resmi olarak
yayımlandı.
1997
Westwood stüdyoları tarafından filmin adventure tarzındaki
PC oyunu yayımlandı.
2005
Scott, filmin yeni DVD baskısı için dijital olarak
yenileneceğini açıkladı.
* Bu dosya 2007 yılında DVD+ dergisinde yayımlanmıştır.