Korku Cevherleri #3 - Dr. Caligari’nin Muayenehanesi / Das Cabinet des Dr. Caligari (1919)
Sinemada ilklerin izini sürmek müthiş zor, ama bir o kadar
da keyifli bir serüvendir. Genellikle sinema tarihinin dallı budaklı yolları
arasında keyifle kaybolursunuz. Ve ilkler üzerinde nadiren fikir birliğine ulaşılır.
Buna rağmen, bir zamanlar Stephen King’in sözünü ettiği şu meşhur “evrendeki
ilham havuzu”na ilk taşı kimin attığını merak etmekten bir türlü geri durmayız.
Sahiden meraklı bir seyirciyseniz tabii. Robert Wiene’nin filmi, ilham havuzuna
ilk taşı o kadar yüksek bir noktadan atmıştır ki, suda yarattığı dalgacıklar
günümüze kadar ulaşır. Hatta diyebiliriz ki, daha dün çekilmiş bir korku
filminde bile “Dr.Caligari’nin Muayenehanesi”nden izlere rastlanabilir.
Sinemanın ilk vampirinin Max
Schreck’in suretinde hayat bulmasına daha dört yıl vardır, oysa ölüm benzeri
bir uykudan ara sıra uyanıp korkunç kehanetlerde bulunan Ceasar, özellikle
Jane’i kaçırmak üzere yatak odasına sızdığı sahneyle onu çok önceden modeller. Beyazperdenin
“M” sayesinde eli bıçaklı seri katil kavramıyla tanışmasından yirmi yıl kadar
önce, Holstenwall sakinleri gaddarca cinayetlerle sarsılır.
Filmdeki ilk cinayete
sadece kurbanla katilin duvara vuran gölgelerinden tanık oluruz, tek bir damla
kan görünmez, yine de perdenin vahşi cinayet sahnelerinin öncülü olmasına engel
değildir bu. Ceasar, kanın korku sineması tarihi boyunca en zayıf korku unsuru
olacağını da kehanet eder sanki.
Dehşetin başladığı yerel panayır,
ileriki yıllarda sirk ucubelerinin, katil palyaçoların, zincirinden kurtulan
canavarların doğum yeri olacaktır. Hani biraz daha esnek yorumlarsanız, tüm
hikayeyi bir akıl hastasının gözünden izlediğimizi son dakikada anladığımız
çağdaş tımarhane korkularının da… Tim Burton’ın gotik dünyası, David Lynch’in
bilinçaltı kamerası, Terry Gilliam’ın uçuk kaçık setleri ve daha niceleri,
Holstenwall’da doğmuştur.
Korku sinemasını tanımlayan
filmin I. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde çekilmesi manidardır. Her ne kadar
çekildiği dönemdeki gayreti, sinemaya “korku türü”nü kazandırmaktan ziyade,
sinemanın bir sanat formu olabileceğini ispatlamaya yönelik olsa da…
Film görsel olarak seyircisinin
imgelemini bir an bile rahat bırakmaz. Açıları çarpıtılmış set tasarımları,
sürekli biçim değiştiren gölgeleri, bugün çok tanıdık gelebilir, ama sinemaya
sürekli niye ilham verdiğinin ipuçları oradadır. İlk tohumların gözünüzün
önünde filizlendiğine tanık olmaksa hiçbir zaman eskimeyecek bir tecrübedir.
Daha yoğun, daha kabusvari bir
deneyim içinse müziğin tamamen kapatılarak seyredilmesi tavsiye olunur. Aslında
tüm sessiz korku filmlerinde yapılması gereken de budur.