Korku Cevherleri #2 - Kızıl Ölümün Maskesi / The Masque of the Red Death (1964)
Korku edebiyatının büyükbabası Edgar Allan Poe, 1849’da henüz 40 yaşındayken erken bir zamanda ölünce haliyle sinemanın doğuşuna da tanık olamadı. Ancak beyazperdeye ilk ışıklar vurur vurmaz sinemanın merceği neredeyse doğrudan Poe’nun ilham verici kabus tasvirlerine çevrildi. Öykülerinin ne diyalogdan yana cimriliği ne de sinematografik imgelerle donatılmamış olması hiçbir zaman engel değildi. Poe, belki de şiirleri bile sinemaya uyarlanmış tek yazardır.
Ne var ki onun kışkırtıcı
imgelemi perdede her zaman en unutulmaz filmlerle ete ve kana bürünmedi. 60’lar
ise bir başka korku duayeni Roger Corman’ın malum gayretleriyle Poe
uyarlamalarının şahlandığı dönemdi. Ancak Corman’ın bazen yapımcı bazen de yönetmen
olarak imza attığı her Poe uyarlaması, belli açılardan her zaman ilgiye değer
filmler olsalar da, sinema tarihine altın harflerle kazınmadı. Zaten o denli hırslı sayılmayan, naif filmlerdi bunlar. En pahalı ve en gösterişli Poe uyarlaması
“Kızıl Ölümün Maskesi” hariç.
Bu, ölümü bile atlatabileceğini
düşünecek kadar kibirli, korkunç zalim Prens Prospero’nun öyküsüdür.
Prospero’nun kibiri, Karanlıklar Prensi’yle yaptığı meşum sözleşmeye dayanıyor.
Civar köyler kıtlığın ve salgın hastalığın pençesinde kıvranırken, o, şatosunun
sefahat ortamında bir avuç seçkinle beraber kutsal ve erdemli sayılan her şeye
nanik yapıyor. Efsanevi Vincent Price’ın canlandırdığı Prospero, ilk bakışta
Yeşilçamdaki Malkoçoğlu serüvenlerinin Hıristiyan zalimlerini andırsa da, asla
onlar gibi gülünç bir zorbalık karikatürüne dönüşmüyor, düpedüz korkunç bir
karakter çiziyor. Hatta öyle bir an geliyor ki, elinden kurtulmayı başaran bir
delikanlı “kızıl ölüm”den bile ondan korktuğu kadar korkmuyor.
Prospero’nun şatosu; işkence
odaları, şeytana tapma ayinleri, geceleri ürkütücü manzaralar sunan gizemli
bölmeleri ve vampir gibi dinlenen ya da dehşetin sırrına dair her an baklayı ağzından
çıkaracakmış gibi davranan merhametsiz ev sahibiyle her korku müdavimi için
unutulmaz bir mekandır. Bram Stoker’ın Jonathan Harker’ı misali bir karaktere
dönüşerek her saat başı başka bir dehşeti keşfeden saf ve inançlı Francesca
karakteriyle beraber bu korkunç şatoda gezinmek mükemmel bir hazırlık niyetine
de geçebilir. Çünkü Nicolas Roeg’un buradaki stilize ve çarpıcı görüntü
yönetmenliği, hep karanlık ve gri tonlarıyla özdeşleştirilmiş korku sinemasının rengarenk görünerek de ürkütücü olabileceğini ima eden bir manifestoya
dönüşüyor.
Tıpkı on yıl sonra Dario Argento’nun, yirmi yıl sonra ise Wes
Craven, Stuart Gordon ve Lamberto Bava gibi yönetmenlerin de benimseyip
karakteristik imzaları haline dönüştürmeleri gibi.