SİNEMANIN KARA YAZGISI: SANSÜR
Sansür hep
sinsice geldi, gizlice güçlendi ve güllesini hep en çalkantılı dönemlerde
salladı. Türkiye’de sinema sanatı ve dolayısıyla sinemaseverler, 1950 ve 1990
yılları arasındaki neredeyse yarım yüzyıllık dönemde, sansürün demir yumruğu
altında iki kez çok ağır biçimde ezildi. 90’lardan sonra da devlet sansürü uzun
bir süre o sinsi yatağına geri çekildi. 2000'lerin başında ise tüm hışmıyla tekrar uyandı.
Peki
sansür niçin ve ne zaman hortluyor? Hedef olarak niçin önce ve en çok sinemayı
seçiyor? Ya da çok daha önemlisi, Türkiye’de sansür Batı ülkelerindeki gibi
niçin kendiliğinden havada kalıp işlevini yitirmiyor, ABD ve İngiltere’deki
gibi devlet sansürünü ortadan kaldıran, sektör kökenli bir 'kendiliğinden çalışan' sansür
sistemi oluşmuyor?
Ne yazık ki
geçmişi unutma eğilimimizi hâlâ koruyoruz; dolayısıyla bu topraklarda tarih hep
olumsuz yönleriyle tekrarlanıyor. Yasakçı zihniyetin tekerrürü de bu
sonuçlardan biri. Sorularımızın yanıtlarını bulabilmek için ise Türkiye’deki
sansür zihniyetinin ve uygulamalarının geçmişine bakmak gerekiyor.
İlk vamp kadın, ilk sansür
İlginçtir, Türkiye’de ilk sansür uygulaması, 1939’da
II.Dünya Savaşı ihtimalinin belirmesiyle birlikte alınan sıkı [koruyucu] tedbirlerin
bir uzantısı olarak Mussolini İtalyası’ndan ithal edilmişti. Dışarıdaki Batı
tehdidinden korunmak için yasaklarımızı da yine onlardan ithal etmiştik
etmesine ama değişimden mütemadiyen korkan, kaygıları çok daha derinlerde bir
yerlere gömülü olan Türk toplumunun belli bir kesimi, o tarihten tam 20 yıl
önce de sinemaya olan öfkesini belli etmişti. 1922 yılında Muhsin Ertuğrul’un
film setini basıp çalışanları taşlayarak, ortalığı savaş alanına çevirerek...
Ne de olsa basından son derece ürken, hele mizah gazete ve dergilerinden iyice
nefret eden II. Abdülhamid’in döneminden kalma köklü bir sansür anlayışımız
vardı. Gerici saldırganlara göre Ertuğrul İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk’ın
setinde çarşaflı kadını filme çekerek büyük bir günah işlemişti. Günahların en
büyüğü ise çarşaflı kadınların Ermeni ve Rus aktrisler tarafından
canlandırılmasıydı. O siyah giysi başlı başına kutsal bir simgeydi ve onların
bile çarşaf giymesine göz yumulamazdı.
Mahalle baskısı kılığında sansür |
Bunlar
“Bektaşileri kötüleyen film çekiliyormuş,” gibi kışkırtmalarla harekete geçen
kesimin fevri davranışları olarak kalmıyor, film yasaklamalarını da beraberinde
getiriyordu. O yıllarda yasaklama yetkisi İşgal kuvvetlerine aitti ve onların
da hedefi, yine Ertuğrul imzalı, Nur Baba (1922) gibi milli içerikli (ayaklanmaya
sebep olabilecek) ya da “teesüf uyandıran” (müstehcen) filmlerdi. Bu nedenledir
ki Türkiye’de yasaklanan ilk film, Sedat Simavi’nin Üçüncü Selim adlı tiyatro
oyunundan uyarladığı Alemdar Mustafa Paşa
(veya öteki adıyla Alemdar Vakası)
idi. İşgal kuvvetleri filmi tüm belgeleriyle birlikte alıp götürmüşlerdi. Bu
olay siyasi bir çekememezlik durumu olarak anıldığı için arşivlerde “ilk
sansürlenen film” olarak hep başka bir filme rastlıyoruz: “Bir Fransız
öğretmenini ahlaksız bir sürtük olarak resmediyor” gerekçesiyle yasaklanan,
Ahmet Fehim imzalı Mürebbiye’ye
(1919). Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın aynı
adlı romanından uyarlanan film, Fehim’in ilk yönetmenlik denemesiydi ve müthiş Frankie lakaplı Fransız Generali
Franchet d’Esperey’i küplere bindirmişti. Türk sineması, ilk vamp kadını Madam
Kalitea’yla tanışır tanışmaz ilk sansürüyle de tanışmıştı böylece. Fehim ise
ilk yönetmenlik denemesinde sansür yiyen yerli sinemacıların öncülü olacak, ama
ne yazık ki tek örnek kalmayacaktı.
Müteakip yıllarda
tiyatro geleneğini sinemaya taşıdığı için sonradan Türk sinemasının gelişimini
engellemekle suçlanacak Ertuğrul’un kariyeri boyunca İşgal kuvvetlerinden maruz
kaldığı tek yasak siyasi nedenlere dayalıydı. Aksi düşünülemezdi; çünkü
Ertuğrul, Sedat Simavi’nin Türk sinemasına ilk kez cinsiyet olgusunu getiren
[daha sonra kopyaları tamamen kaybolan] filmi Pençe’yi müstehcen diye niteleyenlerin başını çekmiş ve 1919
tarihli Temaşa dergisine yazdığı makalede film için “sadece güzel sanatlarla
uğraşanları değil, her Türk’ü utandırmıştır” ifadesini kullanmıştı. Kısacası,
Türk toplumunun cinselliğe karşı sağlam örülmüş korunaklı bir duvarı zaten
vardı ve bunun için Batı’dan faşizm ürünü yasakların ithal edilmesine gerek
yoktu.
Derin darbe
Nitekim 1932’de
(bazı kaynaklara göre 1934’te) yayımlanan ilk sansür tüzüğünün ortaya çıkışı,
Batı sinemasının Dünya Savaşları’yla güçlenen propaganda gücünü dizginlemek ve
dışarıda tutmak amacına dayanmaktaydı. Sinemanın etki gücünün anlaşıldığı bu dönem,
birçok ülkede yeni sansür kanunlarının ortaya çıkmasına neden olmuştu. Bu
nedenle, II.Dünya Savaşı sonrası, sistemli sansürün zirve noktası olarak kabul
edilebilir. Önemli bir farkla; ABD, İngiltere ve Japonya gibi ülkeler,
sinemanın bu yeni gücüne karşı alınacak önlemler dahilinde geliştirdikleri
sansür sistemlerinin devlet sansürüne çok açık olduğunu ve kötü amaçlara alet
edilip anayasanın temel düşünce hürriyetine aykırı kullanılabileceğini erken
fark etmişler, demokratik otosansür sistemlerini kurararak da bu tehlikeyi
erkenden bertaraf edebilmişlerdi. Türkiye’de ise tek partili yaşayıştan çok
partili yaşayışa geçilmesine rağmen, iktidar ve rejim değişikliklerine rağmen,
devlet sansürü kapsamına giren 1932 tüzüğü 1967’ye dek tek maddesi değiştirilmeksizin
uygulandı.
1939’da film
senaryolarının denetimini de kapsayan bir tüzük düzenlemesiyle beraber Türk
sinemasının gelişimini olumsuz yönde etkileyen sansürün tiranlık çağı başlamış
oldu. Kısıtlamalar ilk önce geçiş dönemi sinemacılarını vurdu. Mısır filmleri
taklitleri ile Ertuğrul’un başını çektiği tiyatrocu filmlerinin arasına
sıkışmış yerli film izleyicisini cezbetmekte zaten yeterince zorlanan, ancak
sinema dilini ve olanaklarını iyi kavramış bu sinemacılardan biri de ilk
filmini 22 yaşında çeken Metin Erksan’dı. Aşık
Veysel’in Hayatı ile işe başlayan Erksan’ın sonradan sansürle adet haline
gelecek çekilmesi de bu ilk filmiyle patlak verdi. Önce özgün ismi olan Karanlık Dünya sansüre takıldı. Dünyayı
karartmaya niyetli olanlardan beklenebilecek en tuhaf tepkiydi bu.
Erksan, ilk film, ilk sansür. |
1951’de
çekilen film 1952’ye kadar birkaç kez sansürden geçtikten sonra gösterime
çıktı; ama kuşa dönen filmin Erksan’ın amaçladığı film olduğunu söylemek artık
imkansızdı. (Ekinlerin cılız gözüktüğü, Türkiye’nin yoksul göründüğü sahneler
çıkartıldı.) Burada hemen bir parantez ayırıp “birkaç kez sansürden geçmek”
ifadesinde biraz duralım. Türkiye’de film denetimiyle görevli kurullar, tüzel
kişiler ve yürürlüğe sokulan kanunlar disiplinden ve açık ifadelerden hep uzak
kaldı. Ya anayasa hükümlerindeki açıklardan faydalanılarak yasaklayıcı
kıstaslar kişilerin insiyatifine bırakıldı, ya da 27 Mayıs ihtilalinden sonra
olduğu gibi kendi kendisinin düşmanı olan bir bürokrasi batağına gömüldü. Film
sayıları arttıkça, devlet memuru niteliğindeki kişilerin başka yan görevleri de
olduğundan, denetim mekanizmaları gevşedi. Özellikle devlet sansürünün
Türkiye’deki en karanlık dönemi olan 1960-1966 yılları arasında filmler
defalarca sansürden geçti.
Üç Arkadaş |
Anayasa
hükümleriyle çelişen engelleyici sansürün hortladığı tüm dönemlerde seviyesiz
ve sulu güldürülerin, pespaye melodramların parsayı topladığı ve zevksizliğin
aşılandığı düşünülürse geçiş dönemi sinemacılarının işi bir hayli zordu.
1958’deki Ağustos kararlarıyla birlikte yabancı film ithalinin azaltılması
sözümona Türk sinemasının korunmasını ve gelişmesini amaçlamaktaydı. Oysa
sansürle sadece yeni sinemacıları değil, Türk seyircisinde Batılı
akranlarınınkine eşdeğer bir sinema zevkinin gelişmesini de engellediklerinin
ayırdında değildiler. Bu aynı zamanda sinema eleştirmeni kavramının doğduğu (o
zamanki adıyla eleştirmeci) ve eleştirmen dayanışmasının oluştuğu dönemdi.
Örneğin 1959’da, Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü, Memduh Ün imzalı Üç Arkadaş filminin Cannes Film
Festivali’ne gönderilmesini engellediğinde, eleştirmenler sinemacılarla beraber
bir protesto bildirisi yayımlamışlardı.
Ne var ki bu dayanışma bile günümüzde ara sıra nükseden eleştirmen
düşmanlığını geliştirmemize engel değildi 1958’de Şaden Kamil’in Duvaklı Göl’ü yüzünden doğan
tartışmalarda bazı sinemacılar sinema yazarlarının eleştirme özgürlüğünü
kısmaya kalkışmışlardı. Şimdi olduğu gibi o zamanlarda da bize has bir
sansürleme girişimiydi bu. İzleri günümüze kadar gelecek sistemli bir
düşmanlığa dönüşmesi ise 1964 yılında gerçekleşecekti.
Sinema tarihi alevler içinde
Türk sinemasını
önemsiyor gözüken bu zihniyet, siyasi gerginliklerin artmasıyla beraber
yasaklamaların çapını biraz daha genişletti. 1959’daki Zürih-Londra anlaşmaları
üzerine Dışişleri Bakanlığı’nın isteğiyle Nuri Ergün’ün İzmir Ateşler İçinde adlı filminin gösterimi yasaklandı. Demokratik
uygulamalardan uzaklaşıldıkça toplumsal denge(sizlik)lerin yansımaları o tuhaf
türlerinden birini daha ortaya çıkarmıştı. Argolu, külhanbeyli ve erkek davranışlı
kadın kahramanların yer aldığı ve Fosforlu
Cevriye’nin başlattığı furyanın etkisi öyle derindi ki 1981’de Ah Güzel İstanbul gösterime girene dek
Türk sinemasında kadın kimliği önemsenmeyecekti. Uzun bir süre geri kalmış,
nüfusunun büyük çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen bir toplumun eğitilmesinde,
aydınlatılmasında en etkili sinema aracı olan haber filmleri yerine bu ve
benzeri furyalara ağırlık verilmesinin bedeli çok ağır olacaktı. Evet,
sinemanın toplumları etkileyen müthiş bir gücü vardı; ancak bu güçten korkup
yasaklamaları nasıl daha fazla artırabileceğimizi düşünürken o gücü doğru
kullanmayı akıl edememiştik. Çok daha hazini, geçmişe yönelik o derin düşmanlık
ve geçmişi yok etme isteği, en azından Türk sineması tarihini yakıp yok etme
girişiminde başarılıydı. Kelimenin tam anlamıyla hem de.
1959’da bazı
emekli subaylar basın toplantısı yaparak Bahar ve Çiçek Bayramı’ndaki ordu
sergisinde gösterilen Kurtuluş Savaşı’yla ilgili belgesellerde İnönü’nün
bulunduğu sahnelerin çıkarıldığını açıkladıklarında muhtemelen çok az kişi
yaklaşan tehlikeyi sezmişti. Sonunda korkulan oldu ve İstanbul Belediyesi’ne
ait Lale Film deposu yangınında asıl hedef olan belgesel filmlerle beraber Türk
sinemasının birçok eski yapıtı yandı. Bu acı derse rağmen arşivciliğe önem
vermeyişimizin hazin sonuçları birkaç kez daha kendisini gösterecekti. Örneğin
80’lerdeki video olayında.
Eğlendirmiyorsa sakıncalıdır
1960 - Türkiye |
60’ların başı
artık Türk sineması için bunalım döneminin başlangıcı anlamına geliyordu.
Gerici akım sinemaya da sıçramış, din sömürüsü filmleri artmıştı. Aynı akım
mensupları Atatürk heykellerini ve büstlerini kırmaya, gazetecilere suikastler
düzenlemeye başlayınca çıkarılan kanunla bu akımın önü biraz kesilir gibi
olmuştu. Ama seyyar gösterim cihazlarıyla Anadolu’ya taşınan sinemayı
denetlemek daha zordu.
Kansız İhtilal
olarak da anılan 27 Mayıs 1960 ihtilalinden hemen sonra yürürlüğe sokulan 1961
anayasasında da aynı 1939 sansür tüzüğü işletildi. Tabii daha ağır koşullarla.
Bu kez sansür yetkisi sıkıyönetime, diğer bir deyişle de polise devredilmişti. Aydınların itelemesiyle
harekete geçen birkaç sinemacı, darbeden iki hafta sonra bu tüzüğün
kaldırılması için bir bildiri yayımladı. Ancak baskı grupları oluşmadığı için,
gerçekte anayasaya aykırı olan sansür tüzüğünün anayasaya aykırı olmadığı yine
Anayasa Mahkemesi’nce karara bağlandı.
Film sansürü
üzerine yayımlanmış bir mukayeseli hukuk kitabı bulunan Dr. Özkan Tikveş, bu
çelişkili durumu şöyle yorumluyor:
“Anayasa
mahkemesi, kararı verirken film sansürünün düşünce ve haberleşme hürriyetlerini
zedeleyici bir müessese olduğu hususuna hiç değinmemiştir. Oysa anayasanın
düşünce ve haberleşme hürriyetleri konusundaki anlayışı 1948 İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi’ne dayanmaktadır. Beyannamedeki hükümler, uygar uluslarca
tanınan ve benimsenen genel hukuk ilkeleridir. Mahkeme, sansür tüzüğünün
anayasaya aykırı olmadığını karara bağlarken “kamu yararı” ifadesinin ardına
sığınmıştır; ancak sansür sırf kamu yararı sağlıyor diye anayasaya uygunluğu
ileri sürülemez.
Aksine tüm filmler 1961 anayasasının 20.
maddesine göre düşünce hürriyetinin teminatı altında bulunmaktaydı. Mahkemenin
film sansürü konusundaki bu anlayışı, karar metninde de açıkça zikredildiği
gibi, sinemayı sadece bir eğlence aracı olarak görmelerinin doğal bir
sonucuydu.”
Özetle, sinemayı
düşüncelerin ifade edildiği bir sanat biçemi ve haberleşme aracı olarak değil,
salt kitle eğlence aracı olarak gören bu zihniyet, sinemaya “haddini bil”
diyordu. “Kitlelere hitap ediyorsan büyüklük taslayamazsın! Düşüncelerini dile
getireceğin mecra orası değil! Sen sadece eğlendir. Çok fazla düşünmeyeceksin.
Toplumu uyandırmaya çalışmanın alemi yok! Eleştirmeyeceksin, hayal
kurmayacaksın!”
Böylece sansür
kolay tüketilir, orta ve düşük seviyeli yapımları dolaylı ama etkin biçimde
teşvik etmiş oluyordu. 1960-1966 yılları arasında yasaklanan yaklaşık yarım
düzine yerli filmin, altı yılda çekilen binden fazla filmden nitelikçe çok
farklı olması gerçekten de trajik bir göstergedir.
Günah keçisi yerli filmler
İstanbul
Belediyesi istatistiklerine göre 1960 yılında seyirci sayısı 26.885.069
kişiydi. Neredeyse tamamının yerli film seyircisi olduğunu söylemek mümkündür;
çünkü aynı yıl Türkiye’de gösterim izni alabilen yabancı film sayısı sadece 92
idi. Keza bu seyirci rakamı, yazımızın en başında sorduğumuz “sansürün
öncelikli hedefi niçin hep sinema oluyor?”un yanıtını da vermektedir. Şöyle ki;
sinema, okur-yazar sayısının düşük olduğu toplumlarda bile kitlelere kitap ve
radyodan daha kolay ulaşıyor, aynı kitleler sinemayla diğer medyumlara kıyasla
daha kolay etkileşebiliyordu. Sinemanın dünyaya yayılmasıyla eş zamanlı fark
edilen bu gerçek, televizyonun henüz yaygınlaşmadığı 1960 Türkiye’sinde düzen
sağlayıcıların korkuya kapılmasına yeterliydi.
Bu dönemde
sansürle cebelleşen yerli filmlerin başını Erksan’ın 1961 yapımı Yılanların Öcü filmi çekiyor. Defalarca
sansürden geçen ve ancak Cumhurbaşkanı Gürsel’in devreye girmesiyle (o da
yasaklamanın basında ilk kez ortak bir dayanışmayla ses getirmesi sayesinde)
gösterim izni alan film, buna rağmen birçok yerde gericilerin baskınlarına
maruz kalmıştı. Oysa gerçekçi köy filmi denemesi olarak sivrilen Yılanların
Öcü, bunalım döneminin tek olumlu işiydi ve ne yazık ki “komunizm propagandası
yapıyor” gerekçesiyle taşlanmıştı.
Yabancı filmlerin
akıbeti de içler acısıydı. Denetleme mekanizmasındaki bürokrasiden sıkılan
yabancı film şirketleri, masraflardan kaçmak için Türkiye’ye film göndermekte
gönülsüz davranmaya başlamıştı. Bunun içindir ki özellikle 1963 yılında sansür
en çok yerli filmleri vurmuştu. İtalya’dan gelen I Dolci Inganni (Tatlı
Hayaller) ve La Ragazza in Vetrina
(Camdaki Kız) gibi az sayıdaki film de “gençler üzerinde olumsuz etki
yaratıyor” gerekçesiyle gösterimden kaldırılıyor, America America filminin bazı sahnelerini İstanbul’da iki resmi
memurun gözetiminde çeken Elia Kazan sansürden yakınıyordu. Kazan, sette
sürekli mizansen önerisinde bulunan görevliden sıkılıp Ege’nin karşı kıyısına
geçerek filmini tamamlayabilmişti. Bir Rum gencinin Türk baskısından kaçarak
ABD’de yeni bir hayata başlamasını anlatan filmin gösterimi “uluslararası
ilişkiler” kapsamında, Türk Büyük Elçiliği tarafından Tunus sinemalarında bile
engellenecekti.
Sansür sansürden üstün
Sinemanın tek
düşmanı Türk sansürü gibi gözükürken, 1962’de United Artists’in Avrupa Ortadoğu
Bölgesi satış müdürü Auerbach, USIS’in (Amerikan Haber Alma Örgütü) kararıyla
Türkiye’ye sadece ABD’yi iyi gösteren filmlerin gönderileceğini açıkladı.
Ambargo niteliğindeki bu Amerikan sansürünün 1967’de hükmü kalkana kadar
Türkiye’ye sadece propaganda niteliğindeki kötü filmler gönderildi.
Atilla Dorsay
1967 tarihli Yeni Yayınlar Dergisi’nin 3. sayısında bu dış kökenli sansürün
nafile olduğunu şu sözleriyle belirtecekti: “Amerika’da bir zenci-beyaz davası
olduğunu Kader Bağlayınca’yı görmeden
de, her yerde olduğu gibi Amerika’da da adli hatalar olabileceğini Yaşamak İstiyorum’u görmeden de,
Amerikan ordusunda da her orduda olduğu gibi korkak ve karaktersiz subayların
olabileceğini Hücum’u görmeden de
herkes biliyordu...Ama bu filmler [zamanında gösterilseydi] Amerikan sineması
için övünç vesilesi olabilirdi, nitekim oldu da.”
Susuz Yaz |
Sonraki
dönemlerde de anlaşılacağı üzere, sansürün yasakladığı filmler raflarda çürümüyor,
eninde sonunda seyirciyle buluşuyordu (örneğin Dorsay’ın yazısından tam 20 yıl
sonra sinema yazarı İbrahim Altınsay, Asılacak
Kadın’ın genel ahlaka aykırılık gerekçesiyle yasaklanmasından sonra
neredeyse aynı sözleri sarfedecek, yasaklanan filmlerin sinemanın hep en iyi
filmlerine dönüştüklerinden dem vuracaktı – Hürriyet 22 Ocak 1987) buluşuyordu
buluşmasına ama sinema sanatının gelişimi söz konusu olduğunda “geç olsun güç
olmasın” sözü pek de geçerli olmuyordu ne yazık ki. Batı’da ulusal sinemalar tarih
yazarken biz, bürokrasi cehennemine gömülü sözde film denetleme sistemimizle
Türk sinemasının önüne engel ardına engel dikiyorduk.
Senaryo ön
denetimi kuralları gereği 7 nüsha çoğaltılması gereken senaryolar daktiloyla
çoğaltıldıkları için el altından kaçırılıp başka isimle onaydan geçiriliyor
(Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı’nın
başına gelen tam olarak buydu) 1964’te bakanlık temsilcilerinden oluşan özel
bir inceleme kurulu Susuz Yaz’ın
Berlin Film Şenliği’nde ülkemizi temsil etmesini sakıncalı buluyordu. Bunun
kendilerine göre masum (!) bir açıklaması da vardı: Türkiye ile kültür
ilişkileri bulunmayan ülkelerdeki festivallere Türk filmleri
gönderilmiyordu. Dahası, Kıbrıs bunalımı
patlak verdiğinde Türk-Yunan ortak yapımlarının (Sıralardaki Heyecan, Akdeniz
Şarkısı, Kibarlar) piyasaya
çıkmasını da engellemişlerdi. Yurtdışına çıkması yasaklanan ama ülke içinde
gösterimine izin verilen yerli filmlerin Türkiye’deki yabancılar tarafından
izlenmesinin engellenip engellenemediği veya izlendiyse ne gibi sonuçlar
doğurduğu ise bugün hâlâ yanıtlanması imkansız sorular olarak aynı karanlık
yaprakların arasında yerini buluyor.
Karanlık çöküyor: 1965
Bundan sonra her
şey daha da karanlık bir hal aldı. Sinemayı da içine alması kaçınılmazdı.
Devlet sansürü gerçeklerden kaçındıkça denetleme sistemine daha da yüklendi.
Değerlendirme ölçütleri o kadar müphem ve belirsizdi ki, o kadar genel
ifadelerle doluydu ki (tıpkı bugün olduğu gibi) dilenirse her film
yasaklanabilirdi. Onlar da yaş sınırlaması koymak gibi daha medeni yöntemlerle
hiç uğraşmak istemediler. Zaten tehdit
unsuru müstehcenlik veya şiddet değildi. Sinemanın “Çağın aynası” olma işlevi
onlar için asıl hedefti. Toplumu korumak için sosyal içerikli filmler
susturuldu, ulusal kültürü korumak/bastırmak için ulusal kültürün başka bir
uzantısı yok edildi. Ertem Göreç’in sendikalaşma ve grev konusunu ele alan ilk
filmi Karanlıkta Uyananlar (1965)
sansürle didişip durdu.
Keza, Duygu Sağıroğlu’nun köyden kente göçü konu alan Bitmeyen Yol’u ve Ben Öldükçe Yaşarım’ı da öyle. (Hele bu sonuncusu tam 3 kez sansüre
takılmıştı.) Ömer Lütfi Akad’ın Hudutların
Kanunu da aynı kuyruktaydı. Senaryolar ön elemeden iyi geçmedikleri için,
tasdik aldıktan sonra yapılan film, bu kez de bir sonraki denetime takılıyordu.
Mevzuattaki boşluklar yüzünden filmler defalarca sansürden geçebilirdi. Her iki
film de aynı sebeplerle bir yıl boyunca denetimde takılıp kaldı ve Danıştay
kararıyla gösterime çıkabildi. Ne var ki Danıştay kararları da sansür tüzüğünün
uygulanışındaki sakatlıkları ve boşlukları doldurucu nitelikte değildi.
Sansürle birkaç kez takışan yönetmenler (Lütfi Akad, Şerif Gören, Yılmaz Güney
v.s.) kara listeye alındığı için senaryoları daha denetim aşamasında, sırf
isimlerine bakılarak reddedilebiliyordu. Yönetmenler çareyi takma isimler
kullanmakta bulmuştu. Senaryolarının çalınma pahasına hem de. Yasaklamaların ve
sansürlerin ortak tepkisinde en sık rastlanan kelime “komünizm propagandası”
idi. Ama uygulamalar, o dönemde sadece demir perde ülkelerinde rastlanan
türdendi.
Eğitimsiz kitlede
çarpık sansür yönetmelikleriyle öyle bir sinema düşmanlığı yaratılmıştı ki
(1963 Şubat’ında Keskin’de bir vaizin; “Sinemaya giden, işleten ve filmin
gösterilmesine izin verenler kafirdir,” dediği kayıtlara geçer.) yasaklanan
filmler Danıştay kararıyla gösterime girseler bile sinema salonları ve
izleyicileri gözü dönmüş grupların saldırılarına maruz kalabiliyordu. Hatta
1966’daki 3.Antalya Film Şenliği’nde birtakım kişiler, ödül almalarına engel
olunacak filmler için kara listeler dağıtmaya kadar vardırmıştı işi. Böyle bir
ortamda Ali Zeki Heper’in soyut aşk öyküsü olarak anılan Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri (1966) gibi filmlerin ise hiç mi hiç
şansı yoktu. Film müstehcenlik gerekçesiyle iki kez yasaklandı!
Evvelce de halkın
düşmanlığıyla karşılaşan Türk sinemasının geçmişine bakarak kökenlerimizde
“yasak yanlısı” bir eğilim bulunduğu söylenebilir miydi acaba? Ertem Eğilmez,
1974’te Milliyet Gazetesi’nin düzenlediği sansür forumunda bu kaçınılmaz soruya
şöyle bir yorum getiriyordu: “Toplumda
böyle bir eğilim olsaydı, o zaman yalnız filmleri değil; basını, radyoyu, bütün
haberleşme araçlarını ve sanat kollarını da sansürlemek gerekirdi. Hiçbir
öğretim, eğitim aracının böylesine yakından izlenmediği bir ortamda, yalnız
sinemanın izlenmesi açık bir eşitsizlik ve tutarsızlıktır.”
Kendi kuyusuna düşen sistem
Bürokrasi beri
yandan kendi kendisinin de düşmanıydı. Kesilen parçaların filme yeniden
montajlanması denetlenemiyor, örneğin Anadolu’ya götürülen filmler tamamen
denetimsiz kalabiliyordu. Sonra sansürlendiği sanılan bir sahneye rastlanınca
filmin o kopyasının kurula gönderilmediği iddia edilip kovuşturmalar
başlatılıyordu. Danıştaya açılan davalar en az 2 yılda sonuçlanıyor ve hukuki
kılığa bürünmüş bir yıldırma politikası izleniyordu. Film ithalatçıları ve
yapımcıları, sansür komisyonlarıyla sürekli iş bağlantısı içinde oldukları için
bu yolu seçemiyorlardı. Zaten dava lehte sonuçlansa bile, gümrükte bekleyen
filmin yabancı sahibi tarafından iadesi istenebiliyordu. Siyasi görüş öylesine
egemendir ki, dönemin film denetim hükümlerine aykırı bir durum bulunmadığı
hallerde bile filmler yine de yasaklanabilmekteydi. Böylece Türk film
yapımcılarında, kötü anlamıyla bir otosansür gelişti.
Sansür olmasaydı Hababam o kadar 'sulu' olmayabilirdi. |
Sosyal içerikli projeler
“iş yapmaz” gerekçesiyle geri çevriliyordu; ama asıl neden sansürle uğraşmak
istemeyişleriydi. 1966’da film hakları Orhan Günşiray tarafından satın alınan
ve Atıf Yılmaz’la çekilmesi planlanan Rıfat Ilgaz’ın ünlü serisi Hababam Sınıfı serisi bile yıllarca
sansürü aşamadığı için çekilemeyince, toplumsal içeriği geri plana itip asıl
metni eğlenceli (kimilerine göre sulandırılmış) bir komediye dönüştürmekte
çareyi buldular. Aynı metnin yıllarca tiyatroda sahnelenmiş olması, 15 kez
basılması ama o mecralarda hiç sansürlenmemesi, film sansürcüleri için bir
kıstas değildi. Sansüre göre Türkiye’de öyle bir sınıf yoktur ve bu tür bir
şeyi göstermek “kötü örnek” olmaktır.
66’daki mevzuat,
filmleri yasaklama yetkisini İçişleri Bakanlığı’na verdiği için bazı filmler
yabancı devletlerin Türkiye’deki temsilciliklerinden gelen talepler
doğrultusunda engellenebiliyordu. John Goldfarb’ın Please Come Home adlı filmi, Suudi Arabistan Ankara
Büyükelçiliği’nin ricasıyla; Hindu yönetmen I.S.Johar’ın Johar in Kashmir adlı filmi ise Ankara Pakistan Büyükelçiliği’nin
ricasıyla gösterime çıkarılmamıştı. Hatta ve hatta, bu esef dolu ricalar basına
yansıdığı için filmlerin ithaline bile teşebbüs edilmemişti. Bu iki olay, gizli
sansürün en iyi örneklerinden sayılabilir.
Yasağı delen horoz
Paths of Glory |
1966’da yasaklanan
yabancı filmler bu ikisinden ibaret değildi elbette. Aralarında Kubrick’in bir
filminin de bulunduğu diğer iki film, bu kez gizli sansürle değil, genel ahlaka
aykırılık (Louis Malle imzalı Les Amants
/ Aşıklar) ve askerlik aleyhinde propaganda gerekçeleriyle (Kubrick’den Paths of Glory / Zafer Yolları)
devlet sansüründen nasibini aldı ve
gösterime çıkamadı. Victor Saville’in 1956 yapımı Silver Chalice / Gümüş Kupa filmi ise biraz daha şanslıydı.
Hıristiyanlık propagandası yaptığı için önceki hükümetçe yasaklanan filmin
“dini inançlara tesir eden” sahneleri çıkarıldıktan sonra gösterimine izin
verilmişti.
Dönemin tek
ölümcül hatası yasaklama değildi. Halk için ucuz bir eğlence aracına ihtiyaç
duyulması gerekçesiyle reddedilen bilet zammı, yeni yabancı filmlere uygulanan
yüksek vergi, hep eski ve ucuz filmlerin ithaline yol açtı. Kötü film ve iyi
film eşit olarak korundu, ayrım yapılmadı. Bu da kalitesiz filmleri teşvik
etti. Sonuçta da 1977’de sansür tüzüğüne yapılan son müdahale her şeyin tuzu
biberi oldu; çünkü Avrupa’daki 16 yaş sınırlamasını ülkemiz sinemalarında ilk
kez hayata geçirmeye teşebbüs eden bu düzenleme, polisin film denetleme
yetkisini genişletip sansürsüz filmlere ceza uygulamasını beraberinde getirse
de, seks filmlerinin yasaklanamayacağına dair bir açık kapı bırakmış, selefleri
gibi uygulanamayan maddelerden ve denetlenemeyen uygulamalardan ötürü
ciddiyetini çabuk yitirmişti.
Sinemalarda 16 yaş sınırlamasının yaptırım gücünün olmadığı
anlaşılır anlaşılmaz, ilk taşı Oksal Pekmezoğlu Beş Tavuk Bir Horoz (1974) filmiyle attı ve seks komedileri salgını
başlamış oldu. (Bugün ülkemizde Batı standartlarında uygulanmaya çalışılan yaş
sınırlamasına rağmen filmlerin tümüyle yasaklanmasının ya da sansürlenmesinin
nedeni de aynı yaptırım ve denetim gücü eksikliğine dayanmaktadır.) Seks
furyasına göz yummak zorunda kalan aynı sansürün o yılki 16. Antalya Film
Festivali’ni tümüyle engellemesi ise çelişkiyle bile açıklanamayacak denli
vahim ve acı bir olaydır. Salon bulmakta zorlanan, sansürden bezen, bizzat
yönetmenleri (Muhteşem Durukan) tarafından yakılmaya kalkışılan (Bir Kız Kaçınca – 1964) kalburüstü yerli
filmlerin kendilerini gösterme fırsatı bulabildiği festival, bir sonraki yıl
ise 12 Eylül 1980 darbesi yüzünden yapılamayacaktı.
Bir yönetmen ambargosu
1980’lerdeki film
denetleme mercileri, idealist ve ütopik bir manzaraya ulaşma çabasındaki bir
zihniyetin yasaklamalarına başvuracak, ilk hedefi de Atıf Yılmaz’ın Talihli Amele’si olacaktır. Film
“Anadolu delikanlısı deli olarak gösterilemez” gerekçesiyle çıkarılması istenen
ve Mehmet Ali’ye (İlyas Salman) deli gömleği giydirilen sahnelerin kesilmesi
şartıyla gösterime girebilmişti. 1982 anayasasının getirdiği 1983 sansür
tüzüğü, “iki denetleme kurulu” kavramını getiren ilk tüzüktü. Gelgelelim yetki
verdiği kişiler açısından 1977 tüzüğünün birebir aynısıydı ve daha önemlisi bu
denetimi hangi mercinin uygulayacağı konusunda bir yönetmelik getirmemişti.
Umut |
Keyfi
yasaklamaların en ağır bedelini bu dönemde Yılmaz Güney ödedi. 1970’de ödül
almasına rağmen yasaklanan Umut başta
olmak üzere, filmleri hep sansürle savaş halindeydi. (4.Adana Altın Koza
festivalinde Baba filmi ödül aldığı
halde, tepkiler üzerine ödülün geri alınıp başka bir filme verilmişliği de
vardı.) ’80 darbesinden sonra Güney’in kitapları, resimleri, fotoğrafları ve
afişleriyle beraber 104 filmi toptan yasaklandı. Yıllar sonra yasak
kaldırılmıştı ama bir depoda bulunan negatifler artık kullanılamaz haldeydi.
Bir kısmı da, eşeği sağlam kazığa bağlamak isteyenlerce imha edilmişti.
60’larda
melodramların, 70’lerde ise avantürlerin ortalığı sarması gibi 80’lerde de
arabesk ve seks filmleri sinemaları işgal etti. Ulusal sinemanın gelişimini
engelleyen bu furyaların suçlusu, sanılanın aksine ne sinemacıların
yeteneksizliği ne de zayıf anı kollayan yapımcıların art niyetidir; yine
sansürdür. Senaryo yazarları çok uzun zamandan beri masaya sansür kuruluyla
beraber oturuyordu çünkü. Atıf Yılmaz’ın deyimiyle “şu geçer bu geçemez”
zihniyetiyle düzgün bir şey kotarmak imkansızdı. Mecalsiz bırakılan Türk
sineması, Batı sinemasıyla paralel biçimde, bu onar yıllık dönemleri siyasa
kurgu örnekleriyle, korku veya bilimkurgu denemeleriyle, politik gerilimlerle
süsleme ve şekillendirme şansına asla erişemezken dönemine ışık tutma işlevini de
tümüyle yitirdi. Denetleme çılgını, ama doğru ve adil biçimde denetlemekten
aciz kişilerin korkulu rüyası ise asıl üç yıl sonra gerçekleşmek üzereydi.
Çünkü, gerçeğe ve düşünceye kapalı olsak da, yeni teknolojilere açıktık. Şükür
ki açıktık...
Video olayı
Bugün sinemayla
fazla haşır neşir olmayan, yaşı otuzun üzerinde kime sorsanız Türk sinemasının
belli bir dönemde hep “tek bir hikayeyi” hep “aynı biçimde” anlattığını iddia
edecektir, altında yatan gerçek nedeni bilmeseler de...
Xbox One... pardon, ilk VHS oynatıcılardan biri. |
1983 yılına “video
olayı” adıyla kayıt düşülen video kaset furyası, Amerika’da olduğu gibi adım
adım büyümüş, sonra bir patlamış tam patlamıştı. Yine tümüyle farklı
nedenlerle. Amerikalı sinemaseverler sevdikleri filmlere sahip olma fikrinin
verdiği heyecanla, gözde filmlerini diledikleri zaman istedikleri kadar çok
izleyebilmenin verdiği keyifle; Türkiye’deki sinemaseverler ise (sinema
sevgilerini köreltmeyi hiçbir iktidar başaramamıştı) yıllardır mahrum kaldıkları
filmlere – üstelik sansürsüz – ulaşmanın
heyecanıyla bu yeni standarda dört elle sarılmışlardı. Ülkeye büyük ölçüde
kaçak giren video kasetler hızla çoğaltılıp elden ele dolaşmaktaydı.
Amerika’nın en
büyük video kaset dağıtıcısı Commtron şirketinin kurucusu Jack Silverman’ın “ev
video sanayini kurmak Cumhuriyet kurmak gibi bir şey” şeklindeki sözleri Türk
basınına da yansıdığı sıralarda ortadaki manzara, sansür kurulunun
işlevsizliğini yüzlerine vuracak kadar vahimdi. 1984 yılında yapılan kaba bir
hesap, İstanbul’da neredeyse her sokağa açılan video kulüplerdeki tüm video
kasetleri denetlemenin 24 yıldan fazla bir süreyi bulacağını gösteriyordu. Bu
yüzdendir ki sinema filmlerini “denetleme” kisvesiyle depolarda bekletip
çürüttükleri gibi aynı şeyi video kasetlere yapamadılar. Evet, telif hakları,
internet öncesi dönemde hiç olmadığı kadar çiğnenmeye başlamıştı; ama bir
mekanizmayı yıkmayı başardıkları için video hareketinin gerçek kahramanları
olarak video klüp sahiplerini göstermek mümkündür. Onlar, ticari çıkar uğruna
bilinçli olmasa da, kayıp yılların acısının 5 yıl gibi bir zamanda
çıkarılmasını sağlamışlardı.
Ne var ki bu
tüketim çılgınlığı, Türk seyircisindeki arşiv değeri duygusunun eksikliğini
telafi edememişti. Filmleri video şirketlerine sattıktan sonra başlarına
gelenlerle zerre kadar ilgilenmeyen film şirketi sahipleri, geçmişi sistematik
biçimde yok etmeye kararlı bir ülke düzeninde yoz Yeşilçam’ı kara listeye
ekleyenlerin ekmeğine yağ sürdüler. Bir şey söylemeye çalışan filmler üzerindeki
baskının kaldırılmasını da sağlayamadılar. Aksine, rüzgar daha da sertleşti.
Yol ve Hakkari’de Bir Mevsim’in sadece yurt dışında gösterilme izni
alabildiği, Yorgun Savaşçı’yı yakan
TRT sansürünün akıl almaz boyutlara vardığı dönemdi bu. Videodaki serbestinin
hıncını çıkarma işlevini TRT üstlenmişti. Züğürt
Ağa, Bir Yudum Sevgi, Fidan, Yusuf ile Kenan gibi filmler yasaklandı,
yönetmenleri kara listelere kaydedildi. Ağrı
Dağı’nın Gazabı’nın sonu, Namuslu’nun
muhtelif yerleri makaslandı. Bu dönemdeki keşmekeş öylesine korkunçtur, gizli
sansür öylesine alıp başını gitmiştir ki kesilen ve yasaklanan filmlerin tam
listesini çıkarmak imkansızdır.
Sansür kurulunun
artık kara mizah kitaplarına konu olabilecek boyuta varan keyfi
yasaklamalarının son noktası, 1986’daki muzır yasası oldu. Erkek dergileri
poşete girdi, pavyonlar ve telif haklarını ihlal ederek müşterilerine video
kasetlerden film gösteren (dolayısıyla halkı sinema salonlarından iyice
uzaklaştıran) birahaneler ruhsat alırken sinemalar tek tek kapanmaya başladı.
Video devrimini
de ne yazık ki kötüye kullanmıştık.
90’lardaki aldatıcı durulma
Bugün yabancı
filmlerdeki dublaja özgün eseri bozduğu için katlanamayanlar, 1990’daki dublaj
yasağının ülke sinemasında tekelleşme kuran Amerikan devlerine karşı Türk
sinemasını korumak amacıyla konulduğunu öğrendiklerinde şaşırabilirler. (1963’te
de benzer bir teşebbüste bulunulmuş, ancak geçerliliği fazla uzun sürmemişti.)
Bu, o kadar da iyi niyetli bir yasak değildi aslında. Filmlerin daha az
anlaşılması, içerdikleri varsayılan tehlikelerini azaltıyordu o kadar.
Crash - "Pedal çalışıyor, baktım" |
90’larda
yasaklamalar hız kesse de tümüyle kaybolmadı. Mustafa Altıoklar’ın İstanbul Kanatlarımın Altında’sında
IV.Murat’ın eşcinselliğine dair imaların bulunduğunu duyan birtakım belediyeler
(mesela Kayseri) filmi gösterimden kaldırdı. 1997’de Cronenberg imzalı Crash / Çarpışma’daki oral seks sahnesi
sansürlendi ve “çekirdek devlet”in oral seks tahammülsüzlüğünün örneklerinden
biri oldu. 20 yıl önce kadın bedeninden korkan erkek egemen zihniyetin
korkuları da yavaş yavaş yön değiştiriyor, kendi bedenlerine yönelmeye
başlıyordu.
Artık o günlerde
filmlerin gişe rakamlarını artırmaktan başka bir işe yaramayan, kötü şöhretli
“Danıştay kararıyla” ibaresinin hatırladığımız son örneği ise Temel İçgüdü’ye ait. Film ancak ilk
haftasında muazzam bir gişe geliri elde ettikten, izleyici grubunun büyük
çoğunluğu da 17-22 yaşındaki gençlerden oluştuğu anlaşıldıktan sonra
yasaklanmış; sonra da demokrasi kahramanı ilan edilerek dağıtımcılarını zengin
etmişti. Açıkçası, demokrasinin kılıcını yiyen onlarca değerli filmimizi
karanlığa gömdükten sonra alelade bir ticari sinema örneğinin kahraman ilan
edilmesi yürek kaldırır cinsten değildi.
Ve günümüz...
2000’li yıllarda
sansür kaygılı birtakım yazıların karşımıza çıkmasından, In The Cut ve Dreamers
gibi vakalardan anlıyoruz ki, devlet sansürü hâlâ işliyor. 2004 tarihli “Sinema
Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması” kanununda hâlâ yarım yüzyıl
öncesinin zihniyetini taşıyan üstü kapalı ifadeler bulunuyor. İnsan onuruna
uygunluk, genel ahlak, kamu yararı, milli duyguların incinmesi, genel asayiş
v.s. Bakanlık temsilcilerinin başkanlığındaki kurul(lar)da beş kişinin oyuyla,
bir filmin tamamının ya da herhangi bir sahnesinin 16 yaşından büyük yüzlerce
izleyiciye ulaşması engellenebiliyor.
Yaş uygulaması
sadece göstermelik. Kurul üyelerinin sağlıklı değerlendirme ölçütleri ve
koşulları yok. Kağıt üzerindeki her şey, muğlak ifadelerle dolu değerlendirme
kıstasları hariç, İngiltere ve ABD’deki sektör denetimlerine uygun şablonu
taşıyor gibi görünüyor. Ama son 10 yıldır, ne ABD’de ne de Avrupa’da, 18 yaş
ibaresi taşıyabilen bir DVD’nin tümüyle yasaklandığına dair hiçbir vaka yok.
Ülkemiz hariç. Denetleme kurulunun VCD furyasında göstermediği anayasal
hükümlere aykırı tepkileri DVD’ye yöneltmesi ise ayrıca düşündürücü. Dünyanın
giderek küçüldüğü günümüzde yasaklamaların etkisiz kalacağını bile bile
bilinçaltına o kadim korkuları aşılamaya devam ediyorlar. Daha vahimi, La Mala Educacion / Kötü Eğitim’in
DVD’sinde olduğu gibi, denetim bürokrasisine takılmak istemeyen bazı firmalar
gizli sansürü hortlatarak karanlık çağa geri dönüş riskini artırıyorlar.
Faşizan eğilimlerin hissedildiği, forumlarda laf yarıştıran gencecik beyinlerin
bile farklı düşüncelere tahammül gösteremediği toplum düzenimizde belirtiler
çok da iç açıcı değil. Hâlâ katedecek çok yolumuz var.
Bu tarihi yolculuğun buraya kadar olan kısmını değerli düşünür Onat Kutlar’dan bir alıntıyla bitirelim:
“Sansür; susturulmuş,
yasaklanmış düşüncelerin ve kaynakların toplumda patlamasına yol açar. Ama
onları engelleyemez. Devekuşu başını kuma gömmekle tehlikeden ne kadar
kurtulursa, sansür de tehlikeleri o kadar önler. Her engel, aşmak duygusunu ve
yüzümüze kapatılan her kapıyı açma isteğini körükler, yaklaşan fırtınayı
çabuklaştırır. Merakı kamçılar. Tarihin akışının karşısındaki güçsüzlüğü,
yıkılışının nedenidir. Sansür, akıntıya karşı çekilen umutsuz ve çarpık bir
kürektir.”
Engelleri aşmanız
ve merak duygunuzu yitirmemeniz ümidiyle...
Kaynakça:
·
Mukayeseli Hukukta ve Türk Hukukunda Sinema
Filmlerinin Sansürü – Dr.Özkan Tikveş / İstanbul Üniversitesi Yayınları (1968)
·
Türk Sineması Kronolojisi – Nijat Özön (1968)
·
Türk Sinemasında İlk’ler – Agah Özgüç (1990)
·
Türk Filmleri Sözlüğü – Agah Özgüç (1980-1983)
·
Türk Filmleri Sözlüğü – Agah Özgüç (1987)
·
Türk Sinema Tarihi – Giovanni Scognamillo (1998)
·
Videosinema Sayı 5 – İletişim Yayınları (Kasım
1984)
·
Videosinema Sayı 7 – İletişim Yayınları (Ocak
1985)
·
Milliyet Sanat Dergisi Sayı 335 (17 Eylül 1979)
·
Benden Sonra Tufan Olmasın – Muhsin Ertuğrul
(1989)
·
Türk Sinemasında Sansür – Kitle Yayıncılık
(2000)
* Bu yazı 2006 yılında Film+ dergisinde özel bir ek halinde yayımlanmıştır.