Eleştiri: Tutunamayanlar / Vokssne Mennesker (2005)
“Fiziğinle para kazanacaksan gelirinin yarısını bana, kalan
yarısını da annene vermen gerekir” diyen bir baba. Müstakbel kız arkadaşlarının
annelerine bakarak yaşlanınca nasıl görüneceklerini kestirmeye çalışan kronik
bir bekar. Kári’nin görsel sürprizlerle süslü filmi komik olmasına hayli komik
karakterle dolu. Beri yandan kasvetli sayılabilecek kimi kaçınılmaz sorunlara da
usulca değiniyor. Seyircisinden adeta müzikal bir empati kurmasını bekleyerek…
Öykülemeyen ama başka bir biçeme öykünen filmlerden biri.
Salonu keyifle terk ettikten sonra ilk rastladığınız arkadaşınıza bu tür
filmleri överken yalnızca iki üç heceli kelimelerle yetinebilirsiniz.
Sarfettiğiniz o kelimeler de haliyle pek fikir vermeyecektir. O filmlerin, size
“Konusu nasıl bir şey?” diye sorulduğunda oturup da bir çırpıda
anlatabileceğiniz öyküleri yoktur çünkü. Kimilerine göre her sanat eserinin
anlatabilecek bir öyküsü olmalıdır. İzlandalı yönetmen Dagur Kári gibi düşünenler ise
aynı kanıda değil. Onlar için bir filmin akıl yoluyla değil sağduyuyla
algılanabilmesi yeterli. Yaratıcısının kendi deyimiyle “bir müziğe
benzeyebilen” filmlerdir öyleleri. Duygularınızla tepki verebileceğiniz, belki
biraz dağınık, ama bizzat katılımınızla sil baştan şekillendirebileceğiniz
“etkileşimli” filmler. Mülkiyeti yönetmenden çıkıp tam anlamıyla seyirciye
geçen filmler. Bu kadar bencilliğe gerek yok belki. İyisi mi eserin bütününe
ortak bölen diyelim, ortak paydadan nasiplenelim.
Gösterime giren filmlerin Türkçe adları söz konusu
olduğunda, yanlış çeviriden tutun da sırf seyirci çeksin diye konulan (ama çoğu
zaman ters etki yaratan) isimlere kadar uçsuz bucaksız bir sorun deryasıyla
karşılaşırız. Kári’nin filmiyse Türkçe
isim konusunda o kadar talihsiz değil. “Tutunamayanlar” filmin ruhuna, hatta
güzelim afiş tasarımına gayet iyi uyum sağlıyor. Hani tutunamamak, sokağı iki
adımda bir türlü geçememek, geçseniz de hiçbir yere varamamanız anlamına
geliyorsa, filmde bunun görsel karşılığı var. Yine de bu takma ad, duygularını
ve niyetlerini belli etmeyen insanlar için kullandığımız deyim “kapalı kutu”
anlamına gelen, özgün “Dark Horse” ile kıyaslandığında taşıdığı yapıtı
özetlemekte yetersiz kalıyor diyebiliriz.
Bu noktada da yönetmen, “Öykü yoktur; sadece durumlar
vardır” diyen ünlü senarist Julius P. Epstein’le (Casablanca) aynı kavşakta
buluşuyor. Eğer sinema tarihini takip ediyor ve “öyküyü anlatmak mı yoksa
durumları anlamlı bir duygu bütünlüğü yaratacak biçimde resmedebilmek mi daha
zor?” gibisinden sorularla boğuşuyorsanız burada birtakım yanıtlara ulaşmanız
mümkün. Kári’nin, tıpkı ilk filmi “Noi
Albinoi / Buzdan Hayaller”de yaptığı gibi, birincisiyle pek ilgilenmediğini
baştan söylemiştik. O, hepsi birbirinden “kapalı kutu” karakterlerinin
durumlarını yoruma açık biçimde resmediyor.
Aşk ilanı niteliğinde duvar resimleri yaparak para kazanan
Daniel'in külüstür ama pek şirin Fiat 500 arabasıyla sola dönülmez tabelasına
riayet etmemesini düzen karşıtlığına yorabilirsiniz. Çok hoş işler olsa da
duvarlara sprey boyayla resim yapmak, Kopenhag’ın düzen sağlayıcılarını sizi
mahkemeye çıkaracak kadar sinirlendirebiliyor çünkü. Kári, bu yüksek
karşıtlıkla çekilmiş grenli siyah-beyaz görüntülere bakıp da daha anarşik
birşeyler umanların beklentileriyle oynamayı da ihmal etmiyor. Benzin istasyonunda
pet şişeye benzin dolduran bir gencin bir sonraki eylemini tahmin edin; bakalım
Kári size ne yanıt verecek.
Hayattaki her soruna sarı kart / kırmızı kart ölçütüyle çare
arayan ve açıklama getiren “Dede” lakaplı Roger’ın hakemlik tutkusunu kontrol
manyaklığının bir uzantısı olarak görebilirsiniz. Eğer durum resmetmek komediyi
beraberinde getiriyorsa, Roger tüm filmin komedi unsurunu sırtlanan karakter
haline geliyor. Roger, takım oyunu futbolu “futbol tek kişilik bir oyundur, o
kişi de hakemin kendisidir” tanımına indirgeyebilecek kadar komik. Müzmin
bekarlığını ve kadın korkusunu henüz alt edememişken, ilk yönettiği maçta
sahaya kadın futbol takımının çıkması daha da komik.
Hiç kimse memelerinden utanmamalı. |
Roger, kusursuz olmamasına
rağmen karşı cinse bir yığın kıstasla yaklaşarak, hatta “gen uyumu”nu kafaya
takarak müzmin bekarlığın isabetli bir portresini de çiziyor ve bekarlığın
niçin müzminleşebileceğine dair kaba taslak bir fikir veriyor. Dahası, filmin
özgün adının yan anlamına, yani “gizli rekabet” kısmına tekabül eden karakter
de o oluyor; çünkü bir türlü açılamadığı Franc’ı en yakın arkadaşına kaptıran
bizzat kendisi. Esas kız Franc ise umarsız haline rağmen bir süre sonra
hamilelik sorunuyla yüzleşiyor. Bu bir sorun çünkü henüz annesi bile büyükanne
olmaya hazır değil! Müstakbel baba Daniel zaten korkak, zaten kaçış
psikolojisine meyilli. Roger’ın fevkalade isabetli tespitleri de (İnsanlık
dünyanın her yerine yayılan bir hastalık. Bunun bir parçası olamazsın!) ona pek
yardımcı olmuyor. Eğer ileride tipik Kári karakteri diye bir şeyden bahsedecek
olursak herhalde bu kaçışa eğilimli tiplemeler listenin en başına
yerleşecektir.
Aitsizlik ve hayatın durduğu
an!
Kári, işleyeceği karakterleri öyküye ne zaman ve ne şekilde
sokacağına dair hayranlık uyandırıcı bir önseziye ve ritim duygusuna sahip.
Örneğin, üç ana karaktere (Daniel, Roger ve Franc) kıyasla [bir yan durum
öğesi] yargıç karakterine hiç ummadığınız anda yer açıyor. Bu karakter de
filmin tonunu değiştiren ve bu durum silsilesine göbeğinden dalmış bir karakter olmasına rağmen esas karakterle
(Daniel) paralellik kuracak biçimde filmin asıl meselesini aşama aşama
sırtlayıp özetleyen bir araca dönüşüyor.
Aile babası yargıcın karalara batmış
halini bir “varoluş” sorunsalı olarak okumak ve aynı doğrultuda filmi depresif
kulvara çekmek pekala mümkün. Yargıcın kapıldığı [aitsizlik] ruh halinin, bunu
sıfır diyalogla Kári’nin yansıtabilme becerisi bir yana, manidar bir sonuca
vardığını da görebiliyorsunuz. Tabii soğukkanlı baktığınız takdirde. Eğer bir
baltaya sap olamayanlar [Daniel] ve sap olanlar [yargıç] aynı açmaza
düşüyorlarsa, asıl ıskaladığımız şey mutlu olmayı becerememek olabilir mi?
Daniel ve yargıç bu ortak soruyu, kendilerini farklı biçimlerde dış dünyadan
yalıtarak soruyorlar. Biri kendisini otel odasına kapatıyor, diğeri çöle
vuruyor. İçlerinden hiç değilse biri, kasvetli ama hayati önem taşıyan
soruların yanıtını buluyor. Etkisi tarif edilemeyecek o muazzam köprü
sahnesinde olduğu gibi: Hayat bazen geçit vermez; ama er geç önümüz açılır, işte
o zaman bizi kendimizden başka engelleyen hiçbir şey yoktur.
“Varoluş sorunsalını tırmalayan film” gibi kasvetli
açılımlarla yapıtın siyahını olduğundan daha da koyultmaya hiç gerek yok. Kári,
herkesin sorabileceği soruları ve içine düşebileceği durumları yaşına uygun bir
ışıltıyla ve umutla uç uca ekliyor. Filmini bir tek an dışında renklendirmiyor,
keyif alacağınız bir görselliği ısrarla reddederek imgelerle değil olgularla
hafızanızda kalmak istiyor. Sanki çok daha stilize ve renkli biçimde anlatsa,
onu kendimize ait bir film haline getiremeyeceğimizin altını çiziyor.
Sürüden apayrı bir anlatım biçimi ve görsel üslup
benimseyen, farklı okumalara açık birçok film, seyircisiyle arasına bir set
çeker. Ya da “Reconstruction”da olduğu gibi dayatmacı bir kasvet ve hüzün
bulaştırırır her yanınıza. Kári sizi özgür bırakıyor, kapalı kutuyu sizin
açmanızı bekliyor. Filmine nasıl yaklaşırsanız yaklaşın umutla
ayrılabileceğiniz bir açık kapı bırakıyor.