Eleştiri: Sihirbazlar Çetesi / Now You See Me


Büyük yapımlar ligi bir kez daha ‘sihir diye bir şey yoktur ama fikri bile güzeldir’den yola çıkıyor. Sihir, eğlence sinemasının feneridir zaten. Fantastik sevenler sihir lafını duydular mı ateş böceği gibi perdenin önüne üşüşürler. O kadarı yeter bazen. Gerçek hayatta sihirin sahne ve gösteri sanatlarıyla bağdaştırılmasından hareketle film de baştan sona devasa bir sahne şovu gibi tasarlanmış. Işıltılı, hızlı, komik ve kof. Hemen sadede gelmek gibi bir erdemi  de var. Zaten bugünlerde lafı dolandırmak pek makbul değil. İlk yarım saatinde büyük soygunlardan ilki gerçekleşiyor bile. Hatta aynı sürede birbirinden zeki ve işbilir gözüken illüzyon / soygun çetesi üyeleri yakalanıp sorgulanıyorlar da. Aynı el çabukluğuyla FBI memurlarını nasıl ikna ettikleri ve serbest bırakıldıkları bir muamma. Birçok şey gibi.

Eisenberg senaryoyu cisimleştirirken.
El çabukluğu sadece teknik bir terimden öte, filmin genel izleği olarak da benimsenmiş. 116 dakika boyunca ritim bir an bile aksamıyor. El çabukluğunun marifeti sihirbazın göz bağcılığındaki kusurlarını örtmektir ya, burada da amaç aynı. Yalnız filmin kusurlarını örteceğine daha da belirgin hale getiriyor. Laf kalabalığı arttıkça, kaçınılmaz aksiyona başvurdukça (takla atmalı patlamalı bir araba takibi sahnesi tabii ki var!) hatta entrikası güya daha da çetrefilli hale geldikçe seyirci olarak kendinizi daha da geriye çekiyorsunuz. Kısacası, afişi süsleyen şu ünlü ‘ne kadar yakından bakarsan o kadar az görürsün’ sloganı doğru çalışıyor. Filmden uzaklaştıkça tüm gösterinin bir kaşık suda koparılan fırtınadan ibaret olduğu bariz hale geliyor.

Çetrefilli entrika denen şeyse bildiğimiz TV dizisi taktiği. Yeni bir gelişme yaşandıkça birisi çıkıp ‘aslında öyle değil de böyle’ diyerek suyu bulandırıyor, ardından da ekliyor ‘ama ya böyle de değilse öbür türlüyse?’. Hani Mark Ruffalo’nun karakterinin arada sırada dediği kadar var. Eisenberg’inki başta olmak üzere, ıkına ıkına havalı laflar eden bu ukala dümbeleği tiplerin suratına okkalı birer tokat atma isteği, sadece FBI dedektiflerine mahsus bir şey değil. Bu, karakter yaratma başarısının göstergesi midir, tartışılır. TV dizilerinde olan şey burada da oluyor. Üzerinize adeta hortumla gizem püskürtüldükçe bir süre sonra ‘umurumda değil’ şemsiyenizi açıyorsunuz.

Bir kaşık suda koparılan fırtına kısmına geri dönelim. Çetenin soygunları perdelemek için sergilediği gösterilerin hepsi böyle. Üstelik malum çabukluk takıntısı yüzünden neyin gerçek olup olmadığı hiçbir zaman belli değil. Karakterlerden birinin dev bir sabun köpüğünde uçmasına tabii ki kafa yoracak halimiz yok. Ama şunlara var: Mesela, banka hesabı herkesin gözü önünde boşaltılıp başkalarına aktarıldığında, sigorta şirketi patronunun tepkisi net değil. Paranın hesaplarına geçtiğine bir hokus pokus numarasıyla inanıp ikna olan seyircilerin heyecanı da öyle. Aynı seyirciler salona üşüşen bir alay dolusu özel tim polisinin ve ‘yakalayın şunları’ diye yırtınan FBI memurlarının karşısında paniğe kapılmak yerine neşeyle bağırmayı sürdürüyorlar. Baskını da gösterinin bir parçası mı sanıyorlar, para dağıtan bu sihirbazları Robin Hood gibi görüp destekliyorlar mı, cep telefonlarına gelen bir mesajla ikna olan insan manzaraları toplumsal bir eleştiri mi, hiçbiri net değil.

Ya filmde böyle bir kare yoksa?
Hiçbir şeyin berrak olmaması filmin tek kozu, aşırıya kaçılsa da... O yüzden bırakalım oynasınlar. Interpol’ün davaya atadığı Fransız ajan sahiden ajan mı? Sahiden Fransız mı? Ya davaya atanmamışsa? Çalınan kasa gerçek kasa mı? Ya boşsa? Ya kasa diye bir şey yoksa? Mark Ruffalo’nun içtiği şey aslında kahve değilse? Gına geldi değil mi? Genel manzara aşağı yukarı böyle. 

Bir kez sormaya başladılar mı çorap söküğü gibi geliyor. Bir de filmin aslında size sordutmaya hiç niyetli olmadığı kazara sorular var. Mesela alelade yankesicilerden olan grup üyelerinden birinin bir anda Jason Bourne’a niye dönüştüğü, nasıl dönüştüğü. Ya da grubun tüm üyeleri ‘gizemli’ yetenekleriyle büyük planın yürümesine katkıda bulunurken, aralarındaki tek kadın üyenin niye kozmetik bir süsten öteye gitmediği? E bu kadın kaçış ustasıydı hani?

Olayın püf noktasını filmin sürprizini açık etmeden şöyle özetleyebiliriz, diğer deyişle film boyunca tek bir sorunun peşine düşmeniz yeterli, o da şu: Hikayenin büyük bölümü kimin bakış açısından anlatılıyor? Sorunun başka bir biçimi: Dört Atlı üyeleri niye şapkadan çıkan tavşan gibi, gösteriyi yapıp ortadan kayboluyorlar? Filmin tüm derdi, entrikası, sırrı artık ne derseniz bu iki soruda saklı.

Düğüm noktasından sonra isterseniz üyeleri bunca soyguna, dalavereye, tantanaya neyin ikna ettiğini nafile bir çabayla sorabilirsiniz. Son tahlilde en çok cezalandırılan karakterin film boyunca gerçeğin peşinde koşan kişi olmasına ister ahmaklık dersiniz ister sapkınlık, size bağlı. Tatminkar bir düğüm noktası beklemeyin. Mantıklı bir şey hiç beklemeyin. Finalinde karakterlerden biri dile getiriyor: “Bazı şeylerin açıklanmaması daha iyidir.” Hakikaten öyle. Planın sırrı açıklandıktan sonra filmin ne kadar büyük gürültüyle çöktüğünü tahmin edemezsiniz.

Filmin orijinal adı aslında filmdeki mentalist karakterin bilinçaltı güdümleme mesajlarından biri. Gidip görürsünüz. Ama sonunda parmak şaklayacak ve hiçbir şey anımsamayacaksınız.

* Sihirbazlar Çetesi 31 Mayıs'ta gösterime giriyor. 



Popüler Yayınlar